29 Kasım 2009 Pazar

Nerede o eski bayramlar azizim!

Hı? Nerede ? Var mı ki öyle bir şey? Yani eskiden bayramlar muhteşemdi, nitelikliydi, geleneklere adetlere gark olunuyordu ve yaşanan o huşu bir sonraki bayrama kadar pek özleniyordu, öyle mi? Hiç sanmıyorum. Bayramlar kadar mutluluk ve manevi birikim yönünden şişirilmiş sahte bir "özel" gün daha var mı bilemiyorum... (Belki evlilik yıldönümleri buna bir örnek daha olabilir)... Artık "O eski bayramlar... " ile başlayacak cümleleri kurabilecek yaşa geldiğime göre başlayayım bari değil mi? Yeni nesillere birilerinin de doğruyu söylemesi lazım;

Evladım, eski ile bugün arasında hiç bir fark yok, eskiden de ellerini yıkayıp yıkamadığına emin olamadığın bir sürü insanın elini öpüyordun, bugün de. O zamanlar da birileri yanaklarını sıkmaya çalışırdı. Eskiden de her çaldığın kapıdan para çıkmazdı. Hatta kapıya gelen çocuk ile misafirliğe gelenlere verilecek şekerin bile kalitesi farklı olurdu bazen. Yine bayramlıklarını akşama kadar maymuna çevirdiğin için fırça yerdin. Yine bir sürü büyük insan hiç hoşlanmadığın halde saçlarını karıştırırdı. Yine bir odada oturan kişi sayısı kadar "sen nasılsın evladım?" sorusu sorulurdu ve hepsine de aynı cevabı verirdin. "İyiyim teyze saolun", "iyiyim bilmem kim, teşekkür ederim". Veya o anlık "salak" olmayı seçer ayaklarına bakan mal bir çocuk olurdun ki en akıllıca hareketti bu aslında. Bayram gezmelerinden yaşanan baygınlıklar ve anne-baba kavgaları o zaman da vardı. Bayramdan önceki günün sabahında da banyo yapmış olsan, arife gününün akşamı bayram banyosu yapılmak zorundaydı.

Bayramlar çocukların salak neşesinden başka birşey olmazdı aslında, o neşe de çocukların salıverilmelerinden sonra sokakta başlardı. Zaten iki şeker, iki kuruş ile kandırılmış çocuk bayram olmasa da o günü bayram gibi yaşar. Aman çocuklarımız pek bir şendi, masalının maliyeti de 2 şeker 2 kuruştur bu durumda.

Şimdi "nerede o eski bayramlar" diyen büyüklerimiz de aslında bu ilüzyonu yaşatmakla mükellef atalar oldukları için bu cümleyi kurarlar. Orta halli her aile için bayramın gelmesi bir stres ortamı mutlaka yaratmıştır, yaratır. Çünkü elalem lafın suyunu çıkarmasın diye en azından çocuklara ayakkabı almak gerekir, giyecekler belki dikilebilir ama dikilemezse de alınması gerekir. Evde bir şekerdi, çikolataydı olması mutlaka gereklidir gelenler için. Gelen akraba çocukları için de ufak tefek hediyeler veya para ayarlanması lazımdır. Neresinden baksan ev ekonomisini sarsan birşeydir bayram. Ve bugün "ahh ahh nerede o eski bayramlar" diyenler o günleri hatırlamazlar, bugün bunları yaşayan aileleri umursamazlar, o bayramın köpürtülmüş sahteliğinin sönmemesine uğraşırlar.

Velhasıl o eski bayramlar, tam da buradadır bir yere gitmiş değildir.

Kurban Bayramları ise tamamen ayrı bir soğukkanlılıkla yazılması gereken, insanın içindeki "kafa atma" duygusunu sürekli açığa çıkaran olaylara konukluk eden "özel" günlerdendir. Ayrıca "kurban" etmek olayında bayram edecek bir durum da yoktur. Dini görevini yapan da ağırbaşlılıkla adam gibi yapsın, dininin istediği sosyal adalete hizmet etmeyi becerebilsin bari de onca katledilen hayvan boşuna ziyan olmasınlar!

Diğer taraftan bayramların tatil olması iyi bir şeydir.

29 Ekim 2009 Perşembe

Kafes!

"...Sırtını sıkı sıkı dayadığı yerden yüzüne yapış yapış düşmüş yağlı, pislik içindeki saçlarının arasından simsiyah gözleri ile etrafını izliyordu. Sakindi. Sakin gözüküyordu. İnce ince ama sık soluk alması aslında gözüktüğü kadar sakin olmayabileceğinin işaretiydi ama kimsenin işaretlerle ilgilenelecek isteği, isteği olsa da kapasitesi yoktu zaten. Herkes parmaklıklara belli mesafede durmuş, yaklaşmaya çekinerek saçlar arasından gözüken simsiyah gözlere bakıyorlardı. Yere yapışmış tırnaklara, yay gibi gerilmiş kaslara... Sırtını dayadığı parmaklıların ardında kimse olmadığını biliyordu, olanların hepsi karşısındaydı. Ateş gibi büyüyordu, saldırmak için yavaş yavaş büyüyordu... Ama saldıramazdı. Ne kadar da çok, ne kadar da ölesiye istese saldıramazdı. Parmaklıklar keserdi. Ulaşamazdı. Isıramazdı. Tırmalayamazdı. Parçalayamazdı....."

Çözüm olmadığını bilerek çözüm olur umuduyla konuşmak, çabalamak, dinletmeye çalışmak, tekrar denemek, tekrar tekrar denemek, saldırmak. Öfke. Isıramamak. Tırmalayamamak.. Etrafımızda demir parmaklıklardan çok daha güçlü bir şey var. Çarptığımız zaman çok daha fazla hasara sebep olan. Kıramadıkça daha saldırganlaştıran.

Sakin olmak lazım. Doğru anı beklemek lazım. Yüzbinlerce derin nefes almak lazım... 10'a kadar değil sonsuza kadar saymak lazım.

Aklıma filler geldi. Ne güzel hayvanlar. Ne kadar cömert, bağlı, prensipli, kindar, sevecen, akıllı ve güçlü. Ama ne yazık ki alışkanlıklarına ve öğretilere en bağlı varlık.

Bu güzel dev Malezyadaki kampımızdaki genç fillerden biriydi. Ayaklarına bağlı olan zincirler cüsselerine göre çok ince, onları tutacak kadar kalın değiller aslında. Ama öyle eğitilmişler. Daha bebekken çok çok kalın zincirlerle bağlanıyorlarmış. Her koparmaya çalıştıklarında kopramadıklarını görüyorlar ve ayaklarına bağlı olan o şeylerin "koparılamaz" olduğuna ikna oluyorlar. Büyüdüklerinde ise tonlarca olduklarında bile ayaklarında ip kalınlığında bir zincir olsa bile koparmaya çalışmıyorlar...

Sakin olmak lazım. Doğru anı beklemek lazım. Yüzbinlerce derin nefes almak lazım... 10'a kadar değil sonsuza kadar saymak lazım. Ve güçlü olmak lazım. Sabırlı sabırlı çalışmak lazım... Ayağımızdan bağlı olduğumuz şeylerin "koparılabilir" olduğunu bildiğimizi tam da tüm şartların kusursuz bir araya gelmesi noktasına kadar saklamak lazım...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Sigara İçmemek...

7 ayda sigara içerek sigarayı bıraktım sonunda!

Mart ayında falan kesinlikle sigara içmeyi çok çok seviyordum hala.

Nisan veya Mayıs ayları içindeydi sanırım, önümüzdeki yıllarda sigarayı bırakmaya karar vermeye karar verdim.

Haziran ayı içinde tatile giderken belirsiz bir zaman sonra sigarayı bırakmaya karar verdim.

Temmuz, Ağustos aylarında kararlarımdan vazgeçtim zaten karar bile sayılmazlardı, sigara içmeyi keyifli bulmaya devam ettim. Hatta çok sevdiğim arkadaşımla biralarımızı içerken, arkadaşım sigarayı bırakmak için aksiyon planlarını anlatırken, ben hiç de öyle sigarayı bırakmak gibi aşırı düşüncelerim olmadığını söylemiştim...

Eylül ayında spor antrenmanlarımı düzensiz olmaktan kurtarıp, düzenli hale getirdim. Çünkü hem kondisyon hem teknik kaybediyordum. İkinci veya üçüncü antrenmanımın sonunda nefesim kesilip yerde yüzükoyun yatarken ve nefessizlikten rezil bir şekilde ağzımın suyu akarken, tekrar düşündüm ve sigarayı bırakmaya karar vermeye değil, sigarayı hemen o anda pat diye bırakmaya karar verdim.

Ertesi gün pat diye sigara içmemeye başladım. Evet ben artık sigara içmiyorum. 15 gün oldu neredeyse, 1 kere bile yokluğunu hissetmedim. Kilo da almıyorum, deli gibi spor yapıyorum. Ve sigara içmeden yaşamayı pek sevdim. Bir hayli iş yükü yaratıyormuş meğerse sigara içmek. Her sigara içmek için 5 dk zaman ayırsam, günde 15 sigara içsem 1 saatten fazla zaman ayırmak lazım, düzenli olarak sigara satın almak lazım, gidecein, yemek yiyeceğin yerleri ona göre düşünmen lazım vs vs. Bir de tonlarca para harcaman lazım.

Sigara içmeyerek mesela, seneye 1 büyük tatil yerine 2 büyük tatil yapabileceğim. Dünyanın 2 ayrı ucuna gitmek için param olabilecek. Bonus bonus bonus!

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Dere otu, maydanoz, nane ve hayatın anlamı üzerine...

Başlık kısmına "Maydanoz" yazarken daha önce ne kadar az "Maydanoz" yazmış olduğumu farkettim. En çok yazılı iletişimi iş yerinde gerçekleştirdiğime göre ve işim otla b.kla olmadığına göre bu gayet de normalmiş aslında. Ayrıca doğru yazıp yazmadığımdan emin olamadım ve TDK'ya gittim baktım, doğru yazmışım. Aynı yerde bu otun Umbelliferae familyasından olduğu yazıyordu, merak ettim bir de bu neymiş diye baktım. Maydanoz nevi otların aile adıymış, ilgimi çekmedi bıraktım. Sonra bu kelimenin aslı pek çok kelimenin atası olan Rumcadan geliyormuş, yani biraz daha geriye doğru gidince latince işte. "Mayntanos"... Bir de kamfor diye bir doğal kimyasal içeriyormuş ki bu da cilde feci bir tazelik getirirmiş. Off kendimden sıkıldım valla. Bana ne ki, ne merak ediyorsun!

Akşam dokuz sıralarında işten geldikten sonra bir demet maydanoz, bir demet dere otu, bir demet taze soğan, bir demet nane, bir kilo bezelye ve bir kilo taze fasülye ayıklarken hayatın anlamı üzerine düşündüm, genişçe, yavaş yavaş, enine boyuna, sanki o dere otlarına bakarken, bezelyeler kabuklarından zıplayıp yerde bir şeylerin altına yok olmaya doğru giderlerken ilk defa düşünüyormuşum gibi...

Ve evet hayatın bir anlamı yok. Biyolojik bir beden, bedeni çalıştıran bir mekanizma, beyin denen bu mekanizmanın iç tarafını kaplayan sinir lifleri, sinir liflerinin ucundaki sinir iletkenleri ve aslında emir taşıyıcılar tam da bunlar, kimbilir belki de ruh diye birşey de vardır bir yerlerden bağlı. İşte o kadar. Bu sistem acıkma emrini vermek zorunda ki sistemi ayakta tutacak yakıtı sağlayabilsin, acıkma emrini alınca yiyecek bulmak lazım, ya ekeceksin bekleyeceksin ki çıksın topraktan, ya da gidip satın alacaksın, satın almak için devrimizde takas usulu kalmadığı için çalışacaksın, çalışınca daha çok acıkacaksın, daha çok yakıt için daha çok çalışacaksın... Bu kadar... Bu mekanizmanın ayakta kalması hayatın tek anlamı işte.

Diğer herşey yan sanayi, bonus (ki ben ölürüm onlar için, gerçi lezzetli bir yemek için de ölürüm ya neyse)... İktisatçılar yıllar önce yırtmışlar kendilerini hayat bu kadar basit arkadaşlar yormayın kendinizi diye. O romantik felsefeler, varlık bilimleri, içsel döngüler, derin hesaplaşmalar, vicdan haritaları falan da bildiğimiz "hikaye"...

Ayıkladığım dere otu, maydanoz, nane, taze soğan, taze fasulye ve bezelyelere daha bir sevgi ile baktım bu ermişlik halinden sonra, canlarım onlar benim.

Bu varsayımı temel aldığımda, benim durumum bu varsayımın tam karşı köşesinde. Yine en olmadık yerde. Bu hayatın bonusları için, bu hayatın yan sanayisi için yaşadığımı düşününce, bu amaca bedenime yakıt sağlamak suretiyle dolaylı olarak hizmet ediyor olduklarından ilk başladığımda kafalarını koparır gibi kopardığım yapraklarını daha bir şefkatle yolmaya başladım. Zamanı geldiğinde de şefkatle yiyeceğim onları ve gelecekteki ilk tatilimde saygı ile anacağım.

Ne demiş "Quidquid latine dictum sit, altum viditur", bu değil tabii ki... Bu latincenin belki de haklı ukalalığını anlatan pek güzel bir cümle. "Latince edilen kelam kulağa pek derin, havalı gelir" minvalinde... Ama söyleyeceğim bu değildi, şuydu "Nosce Te Ipsum" veya "Temet Nosce"... Bir kaç demet bana kendimi bildirdi diyebilir miyim? Şu çıkarımla hayatıma devam edebilir miyim mesela "Ve aslında insan biyolojik bir varlıktan ibarettir ve yaşadıkları, yaşayacakları, yaşama ihtimalleri olan her varyasyon aslında yaşanmıştır, yaşanıyordur veya yaşancaktır, dolayısı ile insan varlığı aslında bin değil, birdir, özel değildir geneldir. Ve fakat bazı insan varlıkları vardır ki hedefi şaşırmış hayatın oyuncakları ile eğlenmektedir, karanlıkları ile heyecanlanmaktadır, tüm pırıltılarının peşinden koşmaktadır, ayak izlerini diğerlerinin izlerinden götürmemekte inat etmektedir, ve muhtemelen sağlam bir çelme yiyecektir"

Keşke bu kadar kolay olsa da ne olduğumu anlayıp bir huzur bulsak...

Buraya kadar tüm yazılanlar oyundu...

Tamam şimdi ciddi bir şey söyleyeceğim; "Ve aslında kendinden en çok korkan, en çok kendini bilendir"

12 Temmuz 2009 Pazar

.

Niye orada olduğunu bilmeden oturuyor. Sinirli olması gerekir ama sanki rahatlamış gibi, bir yandan da rahatlamış olmanın vicdanına verdiği ağırlığı sorguluyor, sorgularken dokunmaması gereken yerlerden uzak durmaya çalışıyor, o çizgelere basmaması gerekiyor, tuzakları biliyor, bilerek ve çok dikkatli olarak yaşaş yavaş ilerlemeye çalışıyor, kucağında birlştirdiği ellerinin hafifçe titremesinden tehlikede olduğunu anlıyor ama tehtidin tadındaki o yumuşak ve insanın damağında daha fazlasını istetecek aromayı hayal ediyor, gülümsüyor.

Köşede kendini karanlığa saklamaya çalışan adam koca bedenini iki duvarın arasındaki gölgeliğe sığdırmaya çalışıyor, olmuyor, küçülmeye çalışıyor. Bir yandan da ellerini kucağında kavuşturmuş oturan kadını seyrediyor, inceliyor, kendi niye orada olduğunu bilmediği için ipucunu kadında arıyor. Kadın konuşmuyor, iri gözleri kucağında kavuşturduğu ellerinin üzerinden bir noktaya bakıyor. Adam da o noktaya bakıyor, ama görebilecği hiçbirşey yok. Kediler böyle yapar diye düşünüyor adam, hiçbirşey olmayan bir noktaya orada birşey olduğundan emin bir ifadeyle bakarlar ve aslında orada mutlaka birşey vardır. Kadının siyah gözlerindeki ışık hafif karanlıkta bile belli olabiliyor diye içinden geçiriyor adam... Ansızın kadının gözlerindeki ışığın dalgalanmaya başladığını görüyor, doğaüstü bir şekilde ışık gözlerinin içine doğru çekiliyor veya karanlık dışarı taşıyor... Adam iki duvarın gölgesine daha da sıkışmaya çalışıyor.

Kadın gülümsüyor, gülümsediğinin farkında olmadan. Daha birkaç saat önce işinden çıkmıştı, yolda her zamanki gibi hızlı hızlı yürüyerek minibüs durağına gitmeye çalışıyordu. Bir günü daha atlattığı için mutluydu. Üstelik minibüste de kimseler yoktu... Anlaşılmadan bu günü de atlattığı için kendi kendini kutluyordu. Bu sosyal oyunun bir parçası olarak performans gösterebildiği için, farkedilmediği için. Sonunda evine kaçabilme zamanı gelmişti. Fakat sonra bir anda kendisini bu odada buluvermişti. Odada olmak yakalandığı anlamına geliyordu aslında. Ve dolayısı ile sinirli olması gerekirken sanki rahatlamıştı... Bu sosyal oyunun denetçileri zaten çok yakında fark edeceklerdi. Bu düşüncelerden sıyrılıp kendi içinden büyüyen tehdite yoğunlaşması gerekiyordu ama karşı duvarın gölgesine sığınmış adam dikkatini dağıttı, dikkatinin dağılması ensesinin üst kısmında keskin bir acıya sebep olduğunda hatasını anladı. Yanlış çizgiye basmıştı vicadınına gizlice eziyet ederken işte, yanlış çizgiye basmıştı. İçinden yükselen korkuyu bastırmaya çalışmak için tırnaklarını gizlice avucunun içine bastırdı, bedendeki bir acı durumunda beynin bedenin tüm fonksiyonunu, tüm askerlerini oraya yönlendireceğini biliyordu. Böylece “korku” için enerji kaynağı kalmayacaktı. Bunu çok küçükken öğrenmişti. Beğenmediğin bir acıyı veya duyguyu kendi tercih ettiğinle değiştirdiğin anda seçilmiş acıyı yaşama özgürlüğünü kendisine vermiş oluyordu ki aslında bu tıpta ismini hatırlayamadığı bir psikiyatrik hastalığa işaret ediyordu, hiç de umurunda değildi zaten.

Adam kadının ellerinden sızan kan damlalarını izliyordu, kadının farkında olmadığı. Ama adam kadının kendisinden daha fazla şey bildiği konusunda emindi, özellikle niye bu odada oldukları konusunda. Bu konuda hiçbir açıklaması olmayan adam en son arkadaşları ile evinde toplanmış bir şarap açmışlardı. Sevgilisinin hırçınlıklarından bıktığı ve kendini ondan kaçırmak istediği anda arkadaşları aramışlardı. Arkadaşları ile şaraplarını içerken Noir Desir çalıyordu, pürüzsüz bir Fransızca ile “herşey yok olacak ama rüzgar bizi taşıyacak” sözleri bir anda dikkatini çekmişti. Fransızcayı hiç sevmediği gibi Noir Desir’in söylediği tarzda müziklerden de hiç hoşlanmazdı. Şarkının sözlerini dinliyordu. Sokağa çıkmaya ihtiyacı vardı. Denize ihtiyacı vardı, suya anlatması gerekiyordu birşeyler, su alıp taşıyıp götürecekti nasıl olsa. En son sokağa çıkmıştı. Fakat sonra bir anda bu odadaydı işte...

Kadın “herşey yok olacak ama rüzgar bizi taşıyacak” sözleri ile irkildi ve avucunda biriken kan damlalarını gördüğünde içinde taşıdığı korkunun ne kadar büyük olduğunu o an fark etti, o anda korkmuyordu ama ne kadar acıya mal olmuştu, işte bedeli kadar büyüktü demek ki.

Kapı açıldı, ellerinde fenerleri ile gürültülü gürültülü konuşan adamlar hızlı adımlarla içeri girdiler, ellerindeki fenerlerle defalarca kadına ve adama baktılar, sözleri anlaşılmıyordu, ne kadın ne adam cevap veremiyorlardı. Kollarından çekilerek kaldırılmaya çalışan adam ve kadın birbirlerine bakmaya çalışıyorlardı. Umutsuzca. Kadın ellerini açamıyordu, kanları yer aksın istemiyordu, adam ise güvenli gölgesini bırakmak istemiyordu.

Ellerinde fenerler olan gürültücü adamlar kadın ve adamı aldılar. Ve birbirlerini bir daha görmediler.

Ertesi gün gazeteler korkunç minibüs kazasından kurtulan 2 kişinin haberlerini büyük gürültüyle anlatmaya başladı.

Kadın hastahane yatağında o odanın bir minibüs olmadığına doktoru ikna etmeye çalışıyordu. Adam ise başka bir hastahanede o odadaki kadının gerçek olmadığına doktoru ikna etmeye çalışıyordu. Kadın minibüs kazası olsa dahi minibüste sadece kendisinin olduğunu anlatıyor, adam ise minibüse binmediğine yemin ediyordu...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Bu Gece Dinlemek İstediklerim;

(Angel)
Hello you, little girl, I'm always by your side
Come close - close to me in this night
All the witches and elfs
I have seen by my self
... A long time ago
Some are good, some are bad
You don't have to feel sad
'Cos I'm always with you

(Dont look to the eyes of a stranger)
Don't know which way to run
You'd better hide yourself
He's getting closer now
You'd better improvise
Just hope you never reach
The point of no return
Could be the last time
You see the light of day
Don't look to the eyes of a stranger
Don't look through the eyes of a fool
Don't look to the eyes of a stranger
Somebody's watching when the night comes down

(Como estais amigos)
Inside the scream is silent
Inside it must remain
No victory and no vanquished
Only horror, only pain
No more tears, no more tears
If we live for a hundred years
Amigos no more tears

1'inci ve 3'üncü Saniye Arasında Düşünülebilenler...

- Motorsikletin duruyor mu hala?
- Durmuyor...
- Özlüyor musun?

sorusu ile ilk saniye...
....hafif rüzgar var, hafif hafif ağaçlı bir yolda gidiyorum, yavaş yavaş, tatlı virajlar var, kaskım yok, sıcak, motordan da sıcak yükseliyor ama umursamıyorum, rüzgar var, sabahın daha çok çok erken vakitleri, daha güneş doğmaya çalışıyor, sağ yanımda Bafa gölü var, duruyorum, bir sigara yakıyorum, ayaklarımı deponun üzerine doğru topluyorum, dirseğimi arka koltuğu dayıyorum, Bafa gölüne güneş doğuyor, sigaram ne lezzetli, ne kadar yorgunum aslında kilometrelerden sonra, ne kadar pisim aslında yolun tüm tozu toprağı üstümde, dizlerim bile sızlıyor, ama Bafa gölüne güneş doğuyor işte....

bir saniye daha geçiyor sonra...
....gözümün görebildiği en son noktada hafif bir viraj var, diye düşündüğüm anda virajı dönüyorum, hız... Motorun inanılmaz gürültüsü ve sanki şaseden çıkmak istercesine basınç yapması... olsun bir viraj daha...

....gecenin geç vakitleri balkonda oturuyorum, İstinye Bayırı'nda kimse yok, karşımdaki Emirgan Korusuna bakıyorum. Sessizliği delen bir uğultu yaklaşıyor uzaktan, racing tipi bir motor olduğu belli, vtes aralıklarına bakılırsa da 600cc'lik muhtemelen, biraz paslı sesi, yaklaşıyor, bir vites daha atıyor, ses yükseliyor ama bayırın bitmesine çok az var, vites düşürmesi lazım, evet vites düşürmeye başlıyor. gecenin o vakti ben kullanırmışım gibi tüylerim ürperiyor, uykum kaçıyor, yola çıkmak istiyorum.

bir saniye daha geçiyor...
....boğuluyordum, her yer dar geliyordu veya heryere geniş geliyordum, herşey üzerime doğru kapanıyordu veya ben içten dışa doğru patlamaya başlamıştım. Ama bir an sonra yavaş yavaş yola çıktıktan sonra, rüzgar yavaş yavaş üzerimden geçmeye başladıktan sonra, yavaş yavaş sürat arttıkça... Dünya genişliyor, ferahlıyor, duvarlar eksiliyor, beynim ruhum bedenime sığmaya başlıyor. Tatlı tatlı yayılan adrenalin, huzurla birleşiyor.

....

- Özlemezmiyim, çok hem de çok özlüyorum ama kendimden korkuyorum, süratten. Yaşlanıyorum sanırım.

Seyredilesi bir kısa film...

Internetten bir yerlerden edinilebilir;

"The Horribly Slow Murderer with the Extremely Inefficient Weapon"

24 Haziran 2009 Çarşamba

Tatil Bitti.................

Tatil bitti. Evimize döndük. Kardeşimle bir cennetteydik. Ama olsun eve dönmek de güzel. Evet evet güzel.....

Fiziksel olarak buradayım, peşpeşe ve toplamı 12 saat olan uçuşlarla uçaklar bedenimi geri getirdi ama ruhumu koparamadılar oradan. Ruhum bedenime bir yerden bağlıysa şu anda 6-7bin kilometre kadar sünmüş durumda!

(Stephen Kıng'in Insomnia diye bir kitabı vardı. insanların ruhları ensesinden çıkan gümüşümsü bir iple bedenine bağlıydı. O ip kesilince ölüyordu insancıklar. Neyse bu konu değil zaten)

Ve oradan kopmayacak işte, yapışacak oraya, en kısa zamanda bedenimi de geri götürüp ruhumla kavuşturacağım. Kardeşim araştırmaya başladı bile. Onun da ruhu benim ki kadar sünmüş durumda. Ama olsun eve dönmek de güzel. Evet evet güzel.

Off ooofff !!

Buralardaydım.. Hala oralardayım aslında.
Dev kayaların arasında gizli deniz parçaları. Ufak mağaralar ve kanolarla geçilebilen gizli gizli dışardan görünmeyen yerler. Timsahtan küçük kerkentekeleden hallice suda yüzen yaratıklar. Balıkçı kartallar...


















Her bir dev kayadan dönüşte farklı bir deniz rengi, farklı bir dünya.
















İşte burası bundan böyle benim dünyadaki cennetimdir. Ruhumun da tam şu anda tırnakları geçirmiş olduğu yerdir.














Bu longtail teknelerden de edinmemiz lazım, suların çok sığ olduğu yerlerde çok idealler. Gerektiğinde bir iki medeniyetin olduğu kara parçasına gitmek için durur. Veya sadece yatıp suda sallanmak için bile gerekli.












Bu lagun... Bu lagun... Bu langunda yaşasak olur mu mesela? Şu yukarıda longtail'de biz kardeşimle yaşar gideriz değil mi? Olmaz mı?














Evet evet yaşayabiliriz.... Ama eve dönmek de güzel.... Olsun gideceğiz yine. Değil mi?





















En olmadı bu evler de olur... Medeniyet hali de cennet ya!





















Uzun uzun uzun upuzun bembeyaz kumlar... Şap şap zıplarım ben oralarda.















Oradaki 2 şezlong kardeşimle benim. Oradan ayrılırken sıkı sıkı sarılıp vedalaştık. Çok yakında geri geleceğiz, merak etmeyin dedik. (ama olsun eve dönmek de güzel)













Balıklarım balıklarım. Ne dalış yapmaya gerek var ne de şnorkele. Kedi gibi geliveriyorlar bisküvi yemeye. Yüzlercesi. Renk renk. Buradan sonra nerede dalış yapsan hikaye.












Fırtına geliyor. Gelsin. O da çok güzeldi. Bir anda. Hiçbir belirti yokken. Aniden. Hava fikir değiştiriveriyor. Canı öyle istiyor. Gönlüne göre. Tam bize göre...













Junior Jumbo.

















Bu ise bir sanat bence!























Aman yaa! 3 kuruşluk aklım, ruhum bölünmeden kurtarılmış 1metre kare yeri vardı. O da kalmadı....

Olsun eve dönmek de güzel.

Ama geri gitmek de güzel olur.

Ama eve dönmek de güzel...

Ama geri dönmek de pek güzel olur...

Olur olur.......

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Tioman Island....

Tatil için araştırma yaparken, insanın "tamam işte burada ölebilirim" dediği yeri buldum... Gidip de bir daha dönülmeyecek yeri buldum sonunda! Ne harika ne güzel, ne güzel, ne çekici bir yer. Aklıma sahip olmam lazım, gidemem oralara, gidersem dönemem, dönersem barınamam, barınırsam aklımın kalan yarısı da yok olur, yazık olur, bölünemem, daha kaça bölüneyim ki, kaç tane daha olayım mesela, o zaman hangi doktor paklar beni, hangi tıp alanının uzmanlığına girerim o zaman acaba.... Yok yok gidemem oralara....

Burası ufacık, minicik, milyarlarca ton suyun ortasında bir ada, bir adacık... Pek bir ada. Tam ada. Hani yalınayak, bir şort, bir rengi solmuş yakası sarkmış t-shirt ile yaşanacak bir ada, hani böyle deniz tuzundan saçlarım hafif kırçıl kırçıl olurya, rengi açılır güneşten, gitgide kıvırcıklaşır. Hani saat boyu şnorkel ile yüzersin sonra kıyıya çıkıp öylece yüzükoyun kumlara yatarsın ya, sıcacık, kumlar da karışır saçına.... Sonra gidip bir palmiye gölgesine hafif hafif uyuklamak... İşte tam da orası...

İşte burası....





15 günlük tatilme sadece 3 hafta kaldı... 3 haftacık...

Sonra nerelerde olacağım...

Kim bilir :)

22 Mart 2009 Pazar

Bir Okyanusun 2 Farklı Kıyısından 2 Farklı Çocuk...

Trafik... Selden kalan sular, havada tonlarca sivrisinek... Kenarlarda kaldırımlarda yaşayan sayısı milyonlara varan insanlar... Tekerleklerine kadar sulara gömülmüş küçük taksiler, bunaltıcı bir sıcak. Bir taksinin içinde ıslak ve kendi pisliğimizden canımızdan bezmişken, trafikte beklerken, camın vurulmasıyla irkildik. Gözlerinin beyazı hafif sarıya dönmüş ama siyahı pırıl pırıl, elleri kirden kat kat lekeli, üzeri çıplak, ayakları çıplak, utangaç, çok alçak bir sesle "Namaste m'am" diyen bir çocuk, gözlerimizin içine değil, ellerimize çantamıza bakan, birşey vermemizi umud eden, o kaldırımlarda doğan, büyüyen, evlenen, sevişen, doğuran ve ölen milyonlardan sadece 1 tanesi.


Aynı okyanusa bakan bir başka ülkenin, şehirden çok çoook çooook uzak bir köyünde, yeni yeni köy olmaya başlamış ufacık bir yerde, ufacık yerin, ufacık kahvesinde soluklanırken, yanımıza elinde kalemle gelip, minik elleriyle kalemi elime tutuşturan ve avucunu açıp dizime koyan, ne dediğinden hiç bir şey anlamadığım bir çocuk... Eline bir şeyler yazıyorum... Öyle şaşkınlıkla, merak ile bakıyor ki.........

Pantheon...

Bazı yerler, bazı yapılar, bazı durumlar ve bazı insanlar çok nadir olarak bende anlatılamazlık hissi uyandırır. Ne dense, nasıl tarif edilse, nasıl nitelendirilse de yetersiz olacakmış, hani tam da o etki, o idrak edilen etki herhangi bir iletişim yolu ile tekrarlanamayacakmış, iletilemeyecekmiş veya canlandırılamayacakmış gibi gelir. Susasım gelir o zaman. O nedenle "etki"yi anlatmaktan kaçarım genelde. Bazen ender anlarda yazma isteğimin kendimi aştığı zamanlarda yazabilirim ancak. Kabiliyetim kısıtında... Bu o anlardan biri değil. Öyle "iyi" anlatamayacağım, "etki"yi de iletemeyeceğim. Üstünkörü bahis ederek geçip gideceğim.

Pantheon... İnsanoğlunun Tanrı'lara, gökyüzüne, yıldızlara adadığı en muhteşem yapıtlardan biri. Bir yapının Tanrı'lara adanıyor olması ve adayanın kendini Tanrı'ya adamışlığının derecesi o yapıyı muhteşemliğe ulaştırıyor. Pantheon'un bu muhteşemlikle son haline gelişi, icra eden insanoğlunun Tanrı'ya hediye ediyor oluşundan dolayı insanlık sınırlarını aşması gerektiğinden , belki de yaratılışından öteye uzanma isteği ile kendine yasak olan Tanrı'dan olma benliğine ulaşıyor olduğundandır. Böylesi bir akıl almaz iş gücü, akıl gücü, tasarım gücü, hayal gücü ve benlik neden aynı yerde bir amaç için bir yapı olarak vuk-u bulsun... Ve bir yapı neden sadece Güneş Tanrısına veya Yunan Tanrılarına değil de "Tüm Tanrı'lara" adansın... Belki de Dünya üzerindeki tek "Tüm Tanrılara" adanan tapınak Phanteon. Birine değil, bir kaçına değil, bir Tanrı'lar klanına değil... Tüm Tanrı'lar adına bu tapınak siz insanoğluna...

Roma'da ayakta duran ve en iyi korunan en eski yapı ve belki de Dünya'da... İlk inşasında ahşap gövdesi bir yangın ile oldukça ciddi hasar görmüş, yok oluyormuş... Hadrian yönetimi sırasında tekrar inşa edilmiş (126 AD). 7. yüzyıldan sonra ise kiliseye çevrilmiş ve hristiyan dünyasının eline geçmiş, bir dönem büyük insanların gömüldüğü bir yer olmuş... Neler görmüş, neler geçirmiş.


(Poz vermiş bu kız evladı ile onun resmini çekmeye çalışan bu insan neden benim resmime girmiş!!)

Pantheon Tanrısallığından ziyade bir mühendislik harikası. O dev gibi kolonlar tek parça ve onlardan onlarca var... Girişte ve içeride, dairesel yapsının etrafı dev kolonlarla çevrili. yapının kubbesinde göğe açılan "Great Eye" var, bu göğe açılan kubbedeki delikten günün öğlen vaktinde giren güneş, yapının tam orta noktasına denk geliyor. Bu göz hiç kapanmıyor, kışın bile. Yağmur, kar, rüzgar içeriye giriyor ama zemine verilmiş çok hafif eğimlerle giren su 1 cm çapındaki minicik gözlerden çok ustaca gizlenmiş deliklere gidiyor... Bir su gölcüğü bile oluşmuyor.

Kubbe şu ana kadar dünya üzerinde destekleri olmadan ayakta duran en büyük kubbe. Günümüz teknolojisinde bile aynı malzeme ile aynı büyüklükte desteksiz bir kubbe yapılamıyor. Kubbenin toplam ağırlığı yaklaşık 5,000 tn...
(Makinanın attığı tarihte yanlışmış! 08/03/2008 olacaktı!)

Mimar olsaydım, bu sır için orada yatar kalkardım...

Veya olmasam da ben yine orada yaşarım.

Bitti.

14 Mart 2009 Cumartesi

Toplantı...

Yeni bir konu var, raporlar henüz hazır değil, projenin son durumu, personelin hali, senin performansın, onun performansı, diğer bölümün istediği, bir başkasının istemediği, patronun mesajı, mevuct işler, aksiyon planları, aksiyon statüleri, proje problemleri, geciken işler, gecikmeyen işler... Hemen toplantı yapalım... Toplantı ayarlayalım görüşelim... Sonra bir de toplantı notu yazalım.

Toplanmayalım artık!!! Yeter !! herkesin işi belli değil mi ? Tamam işlerimizi yapalım. Ne toplanıp duruyoruz devamlı ? Daha ciddi görünmek için mi, daha profesyonel görünmek için mi? toplaşmayın, dağılın, ne kadar çok kafa bir odaya dolarsa o kadar karışıyor herşey, dağılın bir ya! Bir rahat olun, herşey konuşarak çözülmez, boşuna mı yazıldı onca prosedür, boşuna mı konmuş o kadar kural falan? Ya uygularsın, ya uygulamazsın. Nasıl uygulasak veya nasıl uygulamasak diye konşmayın artık.

Artık konşmaya tahammülüm kalmadı, oldum olası sevmem tüm toplanma, toplaşma, topluluk faaliyetlerini, bir de ufacık odalar, kapalı kapılar, kapalı camlar. Gören de gizli serviste falan çalışıyoruz sanacak.

Ne yapıyoruz sanki, uçak mühendisliği mi, bilim araştırması mı, kansere çare mi arıyoruz, ne ? Öyle sıradan bir iş işte. Binbir çeşit proje, yönet, o kadar, koordine et, raporla, aksilik olmamasını sağla, problemleri çöz, uygulamaya geçir, çalıştığını kontrol et, bitti işte. Methodu belli, yolu belli, çıkabilecek her problem daha önce çıkmış, model çözümü belli. Ne var bu kadar topluluk halinde hareket edecek.

Sıkılıyorum, odalara kapatılmaktan. Resim çiziyorum olmuyor, yazı yazıyorum olmuyor, karikatürler çiziyorum olmuyor, sayılarla oynuyorum, formüller çözüyorum, hatta bazen küçük code'lar yazıyorum olmuyor, kendime yeni alfabeler uyduruyorum olmuyor, zaman geçmiyor, ölüyorum sıkıntıdan, sonra size saldırınca da kızmayacaksınız. Neymiş efendim konsantre olamıyormuşum konuya, konu yok ki...

Dağılsın herkes! Toplantı falan yok!

22 Şubat 2009 Pazar

Orada...

Orada olmak istiyorum. Tam da orada, başka hiçbir yerde değil... Yeşil, parlak yeşil gözüken beyaz suların orada... Ufak dalgalar yapan, hafif rüzgarla tam da orada durmak istiyorum... Beyaz, güneş vurunca gözlerimi açamayacağım kadar beyaz olan kumların üzerinde... Suyun kumların üzerinde uzanabildiği en son noktada durup, çıplak ayaklarımın üzerinden geçmesini, kumların hafif hafif kaymasını istiyorum... Tuzdan, güneşten üstümdekilerin renginin solmasını, aylarca aynı şort ve aynı yakası uzamış, eteği sarkmış t-shirt'ü giymek istiyorum. Deniz suyunun saçımda kurumasından dolayı saçlarımın dolaşmış olmasını istiyorum. Tam da orada olmak istiyorum. Bir kaç ay içinde orada olacağım.

Çizme dedim!

Çok yetenikli bir ressamdı, çok yeteneği korkutucu derecede hayatı taklitinden geliyordu, ben biliyordum, onlar daha az biliyorlardı, çok yeteneğini en çok ben biliyordum, en çok ben kaçıyordum, az bilenler zaten kaçamıyorlardı, o çizdikçe, o boyadıkça daha az biliyorlardı, beni çizemediği, boyayamadığı için ben çok biliyordum zaten, ama konuşurduk, bu zararsızdı, konuşmada çok tehlikeli yetenekli değildi zaten, konuşuyorduk yine, çizmeye başlamış yüzümdeki tüm hatları yavaş yavaş, bir yandan da konuşurken sağı solu seyrederken, yüzüme hafif hafif güneş vurmuşken, gevşemişken, elindeki bir kağıt parçasına, yavaş yavaş çizdikçe gülümsüyormuş, neden sonra fark ettim, yüzümün hafiflemesiyle, yüzümden parçalar eksilmesiyle, çizme dedim, tüm parçalarım eksilmeden, korkuyla dedim ama yankılandı sesim, herşeyim eksilmişti yüzümde, bir kağıt parçasına doğru, sadece güneşin suçuydu, olmasaydı, çizemeyecekti.....

Alışkanlık İlişkileri

En sevimsiz ilişki türü olan bu tip ilişkiler artık gün boyu çiğnenmiş sakızın saça yapışması gibidir, çekersin uzar, tutarsın yapışır, attığını sanırsın küçük parmağına dolanmış olur, tamam bitti dersin elini alnından geri doğru şöyle bir gezdirirsin bir parçası yine oradadır, üzerine buz koyarsın, donsun kopsun diye, kafanın derisi donar, sakıza bir şey olmaz, kafayı üşüttüğünle kalırsın...

Kar Zarar Mevsimi

Kış falan değil, kar zarar mevsimi bu aylar aslına. İş dünyasının en sancılı zamanı, nasıl açıklasak ne açıklasak, hem hisselerimiz düşmese, hem çalışanlar kardan pay istemese, hem de cebimiz dolmaya devam etse. Ah Tanrım sen kar/zarar cetvelmiz koru! Dengesini sağla.

Zarar açıklayan kar rekortmeni kuruluşlar göreceğiz önümüzdeki günlerde, halkımız diyecek var be dev gibi işletme, bunlar bile zarar etmiş. İşin aslı ve astarı tam olarak öyle olmuyor malesef. Bunlar hazır pazar varken biz de tezgah açalım diyenler aslında.

Genellikle şöyle olur, karlarına kar katmak için yılın son 3 ayı çalışmalar başlar. İşletmenin her yerine işletme giderlerinin azaltılması için emir dağıtılır. Çünkü azalan işletme giderleri, kara direkt etki edecektir. Balance. Yıllık izinlerini kullanmayan personel hemen, derhal işletmeden güvenlik eşliğinde izne çıkarılır. Çünkü işletme kullanılmayan yıllık izinler için karşılık ayırmak zorundadır ki bu bir masraf kalemi gibi hareket eder, e bu da kar zararda negatif etki yapar. Balance. Emekliliklerine 6 ay kalan tüm personel işten çıkarılır. Performansı düşük olanlar işten çıkarılır. Toplu tazminat ödenecek olsa bile bu daha önce ayrılmış karşılıklardan ödenir ve gelecek 3 ay için hard saving'dir. Çok popüler olan bu terim tam anlamıyla şu demektir: Kara direkt etki eden tasarruf. Bir taşla çıkarılan bir sürü kuş, pek işe yaramıştır.

Ve zaten karlarda yüzen işletme son 3 ay hamleleriyle daha bir rahatlamış, tüm köşeleri tutmuş olur. Şimdi sıra işletme içinde zarar söylentileri yaymaya başlamak olur. İşletme dışına ise draft kar zarar tabloları çıkmaya başlar. Piyasa işletmenin kar ettiğini bilir, çalışan zarar ettiğini sanar. Çok şükür bu zarar ziyan kriz ortamında bile işimiz var, aman sesimizi çıkarmayalım der, oturup kusana kadar çalışırlar.

Birisi kalkın gidelim, yönetimi basalım, olmaz böyle sabahlara kadar çalış, aylarca yılboyunca dediğinde de tövbe tövbe, sus duyacaklar diyerek konuşanı boğmaya çalışırlar.

11 Ocak 2009 Pazar

Evlilik Üzerine...

Evlilik güzel bir şey. Herkes bir kere denemeli. Evlilikte "Allah'ım mutluluktan öleceğim" deme ihtimali sayısal lotonun n'de 1 ihtimali kadar belirsizdir, değişkendir, güvenilmezdir, ulaşılmazdır. Ama bir "ihtimal"dir. Sayısalın büyük ikramiyesini vuranın diğer insanlardan ne farkı var değil mi? Şerbetlidir olsa olsa. Neyse evlilikte kıvam budur.

Portakalı sağdan sola doğru soyuyormuşum. Çayı da sağdan sola doğru karıştırıyormuşum. Söylenene göre herkes her ikisini de soldan sağa doğru yapıyormuş. Kendim hakkında bir şey daha öğrendim 30 yaşımdan sonra. Konuyla bir ilgilisi var mı, yok tabii ki. Ama buralar benim, istediğimi araya sıkıştırabilirim. Kime ne ki... Tehlikeliyim bir zamandır. Yaklaşmıyorum kimseye. Kimse de yaklaşmasın bana. Söyleyeyim de ben. İyi bir insanım ya, pek düşünceliyimdir. Bunu da bir başkası söyledi, pek seviyorlar beni analiz etmeyi arkadaşlarım, bitiremediler senelerdir. Ne varsa.

İnsani iç güdülerin zaptedilemeyişi nedeniyle asayişin sağlanması amacıyla hayat bulmuş bir kurum olan evlilik aslında şirket anlayışı ile çalışır. İlişkilerin bir alış-veriş'den hiçbir farkı yoktur. İnsanların varlık tarihine şöylece bir baktığında görürsün ki, önce evlilik yokmuş, birliktelik varmış, üreme birlikteliği... Sonra sivilizasyon başlamış, insanlar kırık dökük veya iyi kötü mal ve toprak sahibi olmaya başlamış. Babası olmayan ortalıkta koşuşturan çocukların anaları, tüm baba adaylarının üzerine yürümüşler, nerede bu sübyanların rızkı diye, çıngar çıkmış. Yasa koyucular veya daha doğrusu en güçlü olanlar, üreme faaliyeti gerçekleştiren çiftlerin birbirlerine söz vermelerini istemiş, kiminki kimden belli olsun kavga da bitsin demişler. Halk tamam demiş. Ama insanoğlunun fıtratı uygun değil ki söz tutmaya, tutamamışlar. Gitmiş adam başka çıtır bir hatuna, hatun gitmiş pirinci takas ettiği tavukçuya. Yine etrafta koşuşturan çocuklar olmuş, her bıyıklıya baba diyorlarmış. Çok Tanrı'lı dinlerde, şamanları demiş ki, tanrılar kızıyor bak haberiniz olsun, dağdan ateş püskürecek üzerinize, nehirler taşıp ocaklarınıza tükürecek, yağmurlar babasız çocukları alıp götürecek, ya varınızı yoğunuzu bu tanrılara hediye edeceksiniz yada sözünüzü tutacaksınız. Halk tırsmış tabi, hemen kocalar evlerine dönmüş, başkasından olan çocukları sahiplenmişler. Herşey dönmüş normal ritmine, kimliksiz çocuklar kalmamış neredeyse, ama insan durmaz başlamış yine başka çıtırlara kaymaya, ne yazık ki doğum kontrol yöntemi de yokmuş, zaten olsaydı bugün evlilik diye bir kurum da olmazdı. Bak bu söylediğim çok önemli bir varsayımdır, unutulmasın. Bakmışlar olmayacak, gücün varsa al, götür ikinci kadına da söz ver, yeter ki karışıklık olmasın demişler. Tek tanrılı dinler başladığında ise, insanoğlunun basiretsiziliğinin, nefs illetinin ucu bucağı olmadığı Adem'in elmayı dişlemesiyle anlaşılınca, tüüm cem-i cümle dinler evliliği farz kılmış. Ve resmi olarak evlilik kurumu kurulmuş.

Avrupa insanının bir kısmı o sıralar açlıktan telef olurken, bir kısmı fırfırlı eteklerini uçuşturuyorlarmış. Varlıklı kesim insanlarında evlilik, madem zorunlu bari işe yarasın vizyonu ile ticari evlilikler başlamış. Şirket birleşmeleri gibi aileler birleşmeye başlamış, veliahtlar peydahlanmış. Aç olan kısmında ise kadın-erkek evlilik kurumunda birbirlerine sarılmış. Sevgi var mı yok mu bilinmez ama şimdiki evliliklerin bir kısmının mantığı bu noktada başlamış. Amerika'nın kuzey kesimlerinde ise "erkek" adamlar, erkeklikleri nedeniyle kadınlara bakalı, besleyelim, büyütelim ve dağurtalım mantığı ile dört elle sarılmışlar evliliğe.

Sonraki bir dönemde insanoğlu bir anda evliliğin özgürlüğü kısıtlayan ve insan doğasına aykırı birşey olduğunu düşünmüş ve tekrar dönmüş gayri meşru adlandırılan aslında kendileri için gayet meşru olan ilişkilere. Bir dönem dünyanın çivisi çıkmış.

Sonrasında ise tüm dünyayı saran aşk dalgası evlilik kurumuna da bulaşmış, aşk evliliğin ilk kriteri olmuş, bütün o çıkar, gelir ticari dengeleri altüst olmuş. Aşksız evlilikler olmaz olmuş. Ama ne yazık ki bu sefer de boşanmalar patlamış.

Bu arada boşanma mevzuunu atladım sanılmasın o apayrı bir konu.

Velhasıl gelmiş günümüz evlilikleri. Özellikle ülkemizde yaşı geldi diye evlenenlerin haddi hesabı yok. Zamanı geldi. Ne bu ki hasat zamanı mı. Tamam yeterince olgunlaştı, evlendirme zamanıdır.

Evlilik bir şirketten başka birşey değildir.

Daha ötesi umut edilmesin. Bir görevler silsilesidir. Görevlerin yerine getirilme yüzdelerinin karşılıklı tutarlılığı evliliği "mutlu" daha doğrusu "başarılı" kılan paramteredir.

Ben mi, ben emekli oldum, şirketlerle işim olmaz...

4 Ocak 2009 Pazar

Sağdan, soldan...

Malezya Borneo’sundaki ağaçlar hızla kesiliyor, yakılıyormuş... Çok üzüldüm... Sanki benim evimin bahçesindeki ağaçları kesiyorlarmış gibi. Onlar benim ağaçlarımdı ama! Az eziyet çekmedim ben o ağaçları ölçeceğim diye, çapı ne, boyu ne, kaç yaşında, hasta mı, değil mi, yeterince su içmiş mi. Şimdi birileri yakıyor oraları. O kadar yaşlı, o kadar heybetli, o kadar muteşemler ki... Çok yazık. Buradaki her orman yangını bir sinir hali yaratırdı bende, üzülürdüm. Üzülürüm. Ama yağmur ormanları o kadar farklı, o kadar canlı ki. Bildiğimiz ormanlarla karşılaştırılacak gibi değil. Yaşayan milyarlarca yaratıkla (insanlar da dahil olmak üzere) ölüyorlar. O ormanların içinde yaşayan sivilize edilememiş kabilelerle birlikte.

Bu sıralar şöyle konuşmaları ne kadar çok duyuyorum: “İstanbul artık yaşanacak gibi değil, hergün birileri öldürülüyor”, “ Yine tinerciler vardı yan sokakta, pislikler”, “Dün haberlerde vardı, biri birine tecavüz etmiş”. Bu insanlar bugüne kadar nerede yaşıyorlardı acaba. Sokakları bilmeyen milyonlar yaşıyor. Saf saf yaşıyorlar. Hayatlarında hiç bir halt görmemişler. Sonra hayretle haberleri dinliyorlar. Ailelerinin sıcak koynundan, hesaplarına yatan maaşlarından, kafalarının üzerindeki çatılarından, sitelerinin etrafındaki duvarlardan, elit takılma mekanlarından dışarısı gözükmüyor tabi... Sonra da deli diyorlar sinirlenince. Şiddetin, sapıklığın, saldırganlığın savunulur bir tarafı elbetti yok, ama bunlar bugün olmadı bu şehirde. Salak bir hayret halinin hiç luzumu yok.

Şu anda CNBC-e’de Victoria Secret’ın show’u var. Kızlar gerçekten, nasıl desem, dehşet.

Yapılan bir kazıda, bir yerleşim biriminin yüzyıllar önce depremden yıkıldığı bulunmuş. Araştırmalar biraz daha devam edince o depremin o bölgedeki ikinci deprem, yapıların da ilk deprem dolayısı ile tekrar inşa edildiği anlaşılmış. Yapıların içinde depreme karşı yapılmış büyüler bulunmuş. Yazıtlardan böyle olduğu çözümlenmiş. Kerpiç duvarların içine Tanrı’ya kurban ettikleri hayvanların kemiklerini koymuşlar, korunsunlar diye. Yeterli gelmemiş işte.

Yine seyahat rüyaları görmeye başladım. Gitmem lazım. Daha en son seyahatimin taksitlerinin yarısını ancak ödedim. Zengin olmam lazım.

Patronum benden nefret ediyor. Gerçi pek çok kişi benden nefret ediyor. Bu alışıldık bir durum ama patronun benden nefret etmesi pek keyifli olmuyor. Sürekli bir defans, saldırı modunda yaşamak yorucu oluyor. Hem sağımı solumu önümü arkamı kollayıp, hem iş yapıp, hem benden cevap bekleyen insanları cevaplayıp, hem de kendi saldırı planlarımı kurgulamak bir hayli enerji gerektiriyor.

İnsanların kriz nedeniyle işten çıkarılmalarına da üzülüyorum. Ama insanların neden buna şaşırdıklarını anlamıyorum. Bu sistemin içinde çalışıyorsan, iş verene şunu söylemiş oluyorsun çalışmaya başladığın ilk günden “mesai saatlerine ve hatta bazen mesai sonrası saatlerine denk gelen hayatıma ait zamanı sana satıyorum. Bununla da kalmıyorum bu saatler içinde ruhumu ve aklımı da kiralıyorum. Kar etmene katkıda bulunacağımı, çıkarlarını gözeteceğimi taahhüt ediyorum. Karşılığında da maaş, sigorta, yemek, yol bedelini bana ödemeni kabul ediyorum”. Bu gayet ticari, çıkar ilişkisi. Bu sistemin insanlara düzenli ödeme yaptığı zamanları sorgulamıyoruz da, sistem krizi bahane ederek veya gerçekten önlem ihtiyacı ile ticari çıkarlarını gözeterek işten çıkarma yoluna gittiğinde niye şaşırıyoruz ki. Öncelikli çıkar/kazanç dengesi üzerine kurulmuş bir sisteme hizmet ediyoruz sonuçta. Şaşılası bir şey yok. Yine de umarım uzamaz bu kriz hikayesi daha fazla. Zira krizdeki rantı henüz kullanmayanlar da kullanmaya başlayacaklar...

Çok eskilerde yeni yılın geliyor olması beni eğlendirirdi. Artık bir yılın daha bitiyor olması eğlendiriyor.

Siyasetin de suyu çıkmış.

Cayman adalarında bir finans kuruluşuna iş başvurusu yaptım.

Sigarayı bırakma kararı vermeye karar vermiştim geçen ay. Sigarayı bırakmaya karar verdim dün. Şimdi ne zaman bırakacağıma karar vermem lazım. Sigarayı ne zaman bırakacağıma önümüzdeki hafta karar vereceğim.

Bir süpermarkette alışveriş yaparken, bira standının önüne gittim, bir süre markalara baktıktan sonra Heineken mi olsun Miller mı alsam diye düşünürken bir kadın geldi yanımda durdu, orta yaşlarında, aksice bir şey.

Kadın: Niye onu alıyorsun?
Ben: Heineken’in içimi daha rahat, yemek sırasında değil de daha sonra keyif için daha iyi oluyor.
Kadın: Ben niye içki aldığını soruyorum kızım!
Ben: İçmek için hanımefendi !

dedim ve ilerledim. Arkamdan şöyle diyordu “cehennem de görürsün gününü”... Biraya gelene kadar daha çook sebep var benim günümü göreceğim, diye düşündüm...

Cayman Adalarında bir finans şirketine iş başvurusu yaptığımı söylemiş miydim ?

3 Ocak 2009 Cumartesi

İyileştirilemeyenler...

“Çok zaman oldu” dedi. “Ne kadar çok zaman olduğu hakkında konuşmayalım” dedi diğeri. Tamam diyemedi, çünkü hiçbir zaman “tamam” diyebilen kişilerden olamamıştı, cümleleri hep itiraz, sorgulama, bir başka açı yakalama, bastığı yeri veya karşısındakinin bastığı yeri değiştirme ünlemi ile başlamıştı. Cüretkardı, korkusuzdu veya sadece aptaldı. Dümdüz bir çizgiyi yerinden kaldırabilse yumak haline getirebilecek karmaşıklığı içinde taşır, elindeki her nesneye bulaştırma kabiliyetini sergilemeden geçemezdi. Zaten o yüzden burada değil miydi? Ayrıca cümlelerin içindeki negatif kurulumlar, anlamlar veya imalar o karşı konulmaz mekanizmayı harekete geçiriyordu. Tüm bilgi sistemini tara, kullanabileceğin verileri hazırla, sorgula, irdele, saldır, geri çekil, mesafe ver, bilgi al, tekrar irdele, saldır ve tartışmayı sonlandır. Zaten o yüzden burada değil miydi? Karşısındakinin oturuş şeklini inceledi. Görevini yapan, yapıp bitirip gitmek isteyen, tüm dikkatimi sana yönelttim bakışlarını takınmış ama aklı akşam karısını nasıl atlatacağı ile meşgül, çok bilen, ama çok oynayamayan, önemlisin mesajını tüm vücud diline yüklemeye çalışan bir yalancı. Hemen kucağında bir not defteri, söylenecek herşeyi not almaya hazır görünümü. Ama not defterinin üzerindeki karalamalar ne kadar saklamaya çalışsa da kenardan görünmeyecek gibi değil. Yuvarlak hatlı karalamalar, köşeli değil, yıldız şeklinde değil, simetrik değil, sanatsal değil, sistemsel hiç değil, karaktersiz. Sadece sıkılmışlık karalamaları. Biraz ruh yükleseydi bari yaptığı karalamlara diye düşündü. Masanın üzerine özenle yerleşitirilmiş 2 su dolu bardağa baktı. Sahnenin bir diğer parçası, kendini rahat hisset, konuş, konuşmaktan susayacaksın bak suyun da burada, hazır. Bunu mu demeye çalışıyor diye düşündü. Zaten tüm bunları her ayrıntı kırılımında sürekli düşündüğü için burada değil miydi?

“Ne kadar çok zaman olduğu hakkında konuşmayalım mı diyorsunuz?” dedi. “Evet” dedi diğeri.

Zaten bu nedenle o kapıdan çıkıp gitmemişmiydi. Kaçıncı olmuştu bu. Bir yandan da çıkış-gidiş sebepleri gitgide tükeniyordu, sığlaşıyordu. İyileştirilemeyeceklerden biri olmayı kabul etmişti.