22 Mayıs 2010 Cumartesi

Hong Kong...

Gitmek en güzeli ama dönmek de keyifli, diyerek ruhuma huzur vermeliyim...

Hong Kong tüm çelişkilerin mutlulukla yaşadığı bir şehir, şu ana kadar gördüklerime hiç benzemeyen, çelişkileri ile barışık, hafif uçuk, saygılı, zengin, alçakgönüllü, şık, farklılıkları ile mutlu ve eğlenmeyi seven bir şehir. Şahsına munhasır bir şehir.


Kimi binalar legoları üstüste düzensizce yığmış bir çocuğun elinden çıkmış gibi, hani tek katlı olsa insanın "gecekondu" demek gelecek içinden ama onlarca katlı, onlarca bloktan oluşan içinde binlerce minik dairenin yer aldığı binalar, başlı başına bir mahalle olan binalar.


Yanında dünyanın tüm ticaret hacmini elinde bulunduran ilk beş şirketin pırıl pırıl yüz katlı plazaları.


Aralarda Çin mahalleleri, limanın yanında balıkçı tersaneleri. Dev gökdelenlerin arkasında yağmur ormanları, dağlar. Şehrin ara sokaklarında botanik bahçeleri, özenle düzenlenmiş Japon bahçeleri, parklar, havuzlar, spor alanları. Hemen diğer tarafında barlar, sabaha kadar enerjisini akıtamayan gece hayatı. Işıl ışıl sokaklar. Durmaksızın ışıkları yanan, dünyanın heryerine hizmet veren ve dünyanın tüm saat farklarında eş zamanlı yaşayan çokuluslu ticari şirketlerin 24 saat çalışan insanları. Diğer taraftan parkların koşu alanlarında koşu yapan tapınak rahipleri, chi'si iyi olan alanlarda durmuş Tai-chi yapan insanlar...

Şehirden 10 dakika uzaklıkta doğal hayatı ve doğası bozulmamış hala eski kültürün yaşanmaya devam ettiği ufak adalar, adacıklar...


Sokak tezgahlarında kesilmiş, soyulmuş, kurutulmuş ve şekerlenmiş ördekler, tavuklar, pastırmalar. Arkasında dünyanın en yüksek binalarından birinin 118'inci katında ana yemeğin en az 300 Dolar olduğu şehrin "hafif" kalburüstü restorantlarından biri. Yanındaki parkta yemeğini almış, birasını almış arkadaşları ile keyifli bir sohbet eşliğinde güle oynaya yemeklerini yiyen insanlar. Sokak aralarında aileler tarafından işletilen ve muhtelemen kuşaklar boyudur işletilen çin büfeleri, önlerinde ufacık sandalyeleri ve masalarında onlarca çeşit deniz ürünü.

Kimisi dağların üzerinde, kimisi şehrin arasında muhteşem tapınakları...
Tüm bu şehir hayatına rağmen Budizm'in yaşam biçimine tüm koyuluğu ile yansıyabildiği, insanların "saygı" ile var olup yaşayabildiği ve batılıların da sanıyorum zorunluluk ile uyum sağladığı, tüm gürültüsünün arasında tuhaf bir biçimde huzurlu, tüm metropollüğünün yanında yine tuhaf bir biçimde güvenli bir şehir...


Çelişkileri, güzellikleri, sürprizleri, yoğunluğu, insanları, havası, doğası, yemekleri ve herşeyi ile Hong Kong bize çok iyi davrandı, çok nazik ve duyarlı bir evsahibiydi.

Hong Kong yaşanılası ve hatta yaşarken gönül rahatlığı ile aşık olunası heyecanlı bir şehir.

".....Ayaklarının nereye gittiğinden habersizdi, gözleri o anda görmesi için komutlanmış şeylerden çok uzak ayrıntıları, keyifli ışıkları yakalamak ile meşguldu. Bu meşguliyete engel olması gereken kafası ise ayaklarının gittiği yerden ziyade gökyüzüne çevrilmek istiyordu, güneşe doğru bakmak, sarı ışıkları derin bir nefesle içine çekmek istiyordu. Ayakları kum tanelerini arıyordu, bulsa parmaklarını kumların arasına gömecek ve denizin yumuşak dalgalarının gelmesini bekleyecekti. İçine çektiği nefeslerde binbir ayrı heyecanın kokusunu almayı ve kulaklarını en güzel ritimlerle ile doldurup tüm sesleri yok saymayı hayal ediyordu. Tüm bedeni ile 'gitmek' istiyordu. Gideceği kesindi, bedeni bu kadar isterken... Döneceği ile ilgili ise kısacık bir bilinmezlik vardı, kısacık, tatlı ve baştan çıkarıcı....."

16 Mayıs 2010 Pazar

Yasanilasi bir sehir daha...

Hem yasanilasi hem de asik olunasi bir sehir...
Donemeyecegim buralardan, kimse kusura bakmasin!

http://m.flickr.com/#/photos/49962286@N05/4610960563/sizes/o/

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Son hazırlıklar!

Son hazırlık, muhtar kedi başımda, biliyor gideceğimizi, ne zaman çantalar ortaya çıksa bizim zilli huysuzlanmaya başlıyor.



Evet hazırlıklar bitemiyor, çünkü kedi canavarı ellerimi yiyor !



En iyisi mi, ben şunun üzerine yatayım....

4 Mayıs 2010 Salı

Tatil'e 5 kala...

Tatile 5 kala aklım önden gidiyor, zıplaya zıplaya, hatta çoktan kaçmış olabilir!
Tatil şarkımı buldum.
Cuma akşamı işyerinin kapısından çıktığımda bunu mümkün olan en yüksek seste dinleyerek koşacağım, koşarak uzaklaşacağım!

A wonderworld so far away
A land of dreams - how could we find the way
Oh, just this hope let us survive
To bide the days - to get through this live

Come and take my hand
And You will understand
That I promise you the never-never land

Get out, get out... get over to the wonderworld
Get out, get out and take my invitation
I don't belive you will find a better world
I wanna be the one who takes you to the sun

To feel the happiness - we need to be sad
To know whats good - we have to feel bad
The balance of our life is strong
We're living in between what's right and wrong

Come and take my hand
Searching till the end
And I'll promise you the never-never land

Get out, get out... get over to the wonderworld
Get out, get out and take my invitation
I don't belive you will find a better world
I wanna be the one who takes you to the sun

Why don't you take my - my invitation?
Why don't you want to get out, get out...?

Get out, get out... get over to the wonderworld
Get out, get out and take my invitation
I don't belive you will find a better world
I wanna be the one who takes you to the sun

FOTO!

Beyoğlu’nun, üst üste yığılmış arka sokaklarından birindeki Sait Efendi Apartmanı sakinlerinin en heyecan verici konuşmalarında hep o adam geçiyordu. Hayalgücü eksikliğinden yoksun apartman sakinlerini bile çılgın senoryolara götürüyordu onun varlığı.

“Bu adam kesin büyücü, ismi de bir garip zaten!”,

“Biliyor musunuz hiç ekmekten başka bir şey alırken görmedim ben onu”,

“Evet evet! Ben de görmedim, bazen de su alır. O eski, kırık dökük fotoğraf makinesini de hiç çıkarmıyor boynundan”,

“Kim bilir ne kadar pistir evi, hem kaç yaşında kuzum bu adam? ” ,

“Susun, susun geliyor işte! Büyü falan yapar şimdi bize de”

______

Adam, apartmana doğru kafasını kaldırır ve kendisi hakkında konuştuklarına emin olduğu kadınları görür. Gülümsemeden yoksun binbir kırışıklıkla dolu yüzünü tekrar mermer merdivenlere indirir ve kendi katına doğru tırmanmaya başlar merdivenleri. 1,2,3... 48....61..

Dairesine girer, her şeyin üzerine kapısını kapar. Tek oda ve tuvaletten oluşan dairesine şöyle bir göz gezdirir. Camın sağ yanında, odanın köşesine yaslanmış, demirlerinden pas dökülen, beyaz çarşafları griye dönmüş bir yatak, camın sol yanında, yatağın karşısında, bir ayağı diğerlerinden kısa, üstü muşamba ile örtülü tahta bir masa, masanın üzerinde ekmek kırıntıları. Kapının hemen yanında, esneye esneye kimliğini kaybetmiş bir dolap ve odanın tek boş duvarında, duvarın yarısını kaplayan, pirinç çerçeveli, pırıl pırıl sırlanmış, üzerinde tek bir leke olmayan ayna.

Boynundaki fotoğraf makinasını çıkarıp masaya koyar adam, ekmek kırıklarının üzerine. Sonra hem giyecekleri, hem filmleri, hem resimleri, hem de ekmek ve suyu için kullandığı dolaba gider ve bir parça ekmek ile bir tas su çıkarır. Masasında, fotoğraf makinasının hemen yanında, tastaki suda ekmekleri ıslayarak akşam yemeğini yer. Ekmek ve sudan başka hiçbir şey yemez... Eksik beslenmeden oluşan ayaklarındaki ve karnındaki kocaman şişlikleri, bol bir pantolon ve dizlerine dek uzanan bir tunik giyerek kapar adam.

Yemeğini de yedikten sonra, bir ayine gider gibi sırlı aynanın karşısına geçer.

“ Ben Bhaal, yaratılışın fotoğrafçısı. Bugün de senin için çalıştım. Bugün de ekmek ve su yedim! ” Aynada yansıyan yüzüne bakar, yüzündeki binbir kırışıklığa ve aşağı sarkmış dudaklarına, tilkininki gibi küçük, keskin ve sinsi gözlerine bakar ve tekrarlar “Bugün de senin için çalıştı yaratılışın fotoğrafçısı. “

“İşte her şey bu çantanın içinde...” Boynundan uyurken bile çıkarmadığı çantasını okşar bin yıllık elleriyle. “Biliyorum, aynı şeyi her gün hatırlatmana gerek yok! Unutma, fotoğrafları ben çekerim, benim fotoğrafım çekilemez!”

Kaşlarını çatar Bhaal! Onlarca daha kırışık eklenir yüzüne, gözleri daha da bir küçülür. Boynunu ileri doğru uzatarak aynayı bakışlarıyla kırmak istermişçesine, burnu değene dek yaklaşır ve tekrarlar “Ben Bhaal’ım dedim sana!”

Ayin sarhoşluğunu üzerinden atamadan yatağına doğru gider, onu büyücü sandıkları için çocukların taşladıklar cama bakar. Kılıç gibi sivrilmiş cam kalıntılarının üzerine yapıştırdığı naylonu biraz daha sıkılaştırır. Yeni iş gününe hazır olabilmek için uykuya dalar Bhaal. Ne giyeceklerini çıkarır, ne boynundaki çantasını.

___

Sabah ezanının bitiminde hemen uyanır adam. Milyonlarca yıl önce yaratılışın gerçekleştiği bu kutsal zamanın bir ezan sesi ile bozulmasına tahammül edemez çünkü. Uykusunu ona göre ayarlar ve ezan bittiği anda uyanır.

Adam yine dolabına gider, bir parça ekmek ile bir tas su çıkararak kahvaltısını eder.

Akşamdan masanın üzerinde kalan fotoğraf makinasına yeni filmler takarak boynuna geçirir, çantasının hemen üzerine yaslar. Ayin saygınlığına bürünerek aynanın karşısına geçer, bir süre yüzünü inceledikten sonra “Yaratılışın fotoğraflarını çekmeye gidiyorum senin için...” der sakince.

___

Beyoğlu sokaklarında dolaşmaya başlar, ufacık tilki gözleri delercesine her hareketin üzerinden geçer, her devinimi yakalamaya çalışır. Yürüyen, kımıl kımıl, solucanlara benzeyen kalabalık omuzlarına çarpar ama hissetmez adam. Devamlı arar, devamlı sorgular, devamlı inceler. Uygun anın gelmesini, uygun resmin önünde durmasını bekler. Uygunluk ölçüsünün ne olduğunu bilmeksizin, hissedebilmeyi umar. Doğru hissettiğini sanıp, hata yaptığı da olmuştu ama aramaya devam eder. Usanmaz…

Ansızın Taksim Parkı’na kadar yürümüş olduğunu fark eder, kaderciliğe özgü bir kaş hareketiyle parka doğru ilerler. Az ileride, bir ağacın altındaki gölgeliğe oturmuş esmer güzeli genç kızı görür. Adama göre çok kalın bir kitabı okumaktadır kız. Kitabın sonlarına yaklaştığını fark eder Bhaal. Okumayı hiç öğrenmedi, zaman kaybı olarak bakıyordu okumak eylemine, çünkü o Bhaal’dı istediğindi alabilirdi.

Kıza doğru biraz yaklaşınca, fotoğraf makinasını kaldırıp kızı merceğin ortasına kadar getirir ve küçük bir deklanşör sesi. klik!

___

Ağacın yanında oturup, kitap okumakta olan kızın yanına bir arkadaşı gelir;

- Biraz geciktim galiba özür dilerim Sinem.

- Önemli değil...

- Ne okuyorsun ?

Esmer kız boş gözlerini arkadaşının yüzüne diker bir müddet, ardından elindeki kitaba bakar yeni fark etmişçesine, sonra yine arkadaşına döner, ve tekrar kitaba... Kitabın kapağını çevirir, Karamazov Kardeşler / Dostoyevski.

- Bilmem benim değil. Sanırım burada buldum, oyalanmak için şöyle bir göz attım.

- Ama sonuna gelmişsin neredeyse, hem ben bu kitabı iki haftadır görüyorum elinde!

- Neyse canım, ben hatırlamıyorum öyle bir şey. Hadi sinemaya gidelim.

Kitabı ağacın gölgeliğine bırakarak yollarına devam ederler....

___

Bhaal yürümektedir, arayan, doymaz bakışlarını etrafa başıboş salarak. Bir yandan da söylenir kendi kendine “ Dostoyevski güzel yazmış ama bu din konusuna çok takılmış kanımca, bu çocuklarda zaman harcayıp bunu okuyorlar işte! Dostoyevski’yle tanışma fırsatını kaçırmasaymışım keşke ama o zaman sıradan, sefil bir üniversite öğrencisiydi. Bense Bhaal’ım.“

Yürüme yönünü geriye doğru çevirerek devam eder aramaya. Bugün iyi iş çıkarması gerektiği inancındadır. Aynanın karşısında utanmak istemez.

İstiklal Caddesi’nin girişinde bir araya toplanmış üç beş insan dikkatini çeker. Kalabalığın yarattığı “Ne oldu acaba” merakına yenilerek, üç beş kişinin yanında altıncı olur. Kalabalığın nedeninin bir sokak ressamı olduğunu görür. Ressamın yanında, duvara dayanmış, yeteneğini ispat etmek için sergilenen resimleri seyreder. Resimlerin sağ alt köşesindeki imzaya takılır; “Sermet Kırım”. Ressamın karşısında, alçacık bir tabureye tünemiş genç bir adam portresini çizdirmektedir. Bir Kont’muşçasına, çenesi havada kıpırtısız durmaktadır.

Ve Bhaal’ın objektifine ressam yerleşir bu kez, yine aynı deklanşör sesi. Klik! Resim çekilmiştir.

__

- İşte resminizde bitti delikanlı.

Delikanlı resme sanat eleştirmeni gözleriyle keskin bir bakış atar, -hiç anlamadığı her halinden belli- benzeme ölçütüne göre bir değerlendirme yaparak;

- Çok güzel olmuş teşekkür ederim. Borcum ne kadar?

- Elli lira

- İşte, teşekkürler

Delikanlı gitmek üzereyken geri döner;

- Pardon resme niye kendi imzanızı atmadınız ? Burada “Bhaal” diye bir şey yazıyor... Takma adınız mı ?

- Ben öyle bir şey hatırlamıyorum. İyi günler.

Delikanlı anlamaz bakışlarla yoluna devam eder.

__

Bhaal avına, arayışına, uzun tuniği arkasından uçuşarak devam eder. İki başarılı işinden sonra kendini biraz daha iyi hissetmeye başlar. Çünkü akşama aynanın karşısında utanmayacaktır. Bir On yedinci yüzyıl marşının melodisini ıslıkla çalmaya başlar. Rehavetin kıyısında olduğunun farkına varmaksızın.

___

Aynı zamanlarda Tünel’den Taksim’e doğru yürümekte olan ondört-onbeş yaşlarında bir kız çocuğu, boynunda babasının fotoğraf makinası, fotoğrafını çekmeye değer bir şeyler arar. Eğer güzel bir fotoğraf, babasının deyimiyle “sanatsal içerikli” bir şey yakalayabilirse, kendisine de bir makina alacakları umudundadır.

Taksime doğru yaklaşırken, karşıdan, sallanarak yürüyen, yüzü bin bir kırışıklıkla dolu, tilki gözlü, elbise gibi bir tunik giyen adam dikkatini çeker ve fotoğraf konusunu bulduğuna inanır. Sevinç hızla yayılır her yerine. Karşıdan yürüyen adamı objektifinin ortasında tuttuğu an deklanşöre basar. Klik!

Bhaal bir anda fotoğrafının çekilmiş olduğunu fark eder ve düştüğü rehavetin boyutlarını kavramakta zorlanır ve sonuçlarını.

Çılgın bir koşu tutturur evine doğru. Mermer merdivenleri, bu sefer hiç saymadan ikişer, üçer çıkar ve odasının kapısını kırarcasına açar. Hemen aynasının başına koşar ama ayna simsiyahtır.

Ve Bhaal öldüğüne inanır...

___

Onüç - ondört yaşlarındaki kız çocuğu tunikli adamın kaçışına anlam veremez. Beyoğlu’nda biraz daha dolaştıktan sonra evine döner.

Akşam yemeğine yetişmiştir;

- Kızım yemeğini yesene!

- Hayır anne, ben ekmek yiyeceğim sadece.

- Hanım üzerine gitme çocuğun. Neler yaptın bugün anlat bakalım babana.

Kız babasının gülümseyen yüzüne sevecenlikle bakar ve babasının fotoğraf makinasını kullandığını söylemenin tam zamanı olduğuna karar verir.

- Senin fotoğraf makinanla, fotoğraf çektim bir tane babacığım, çok garip bir adamın fotoğrafı.

- Bir bakarız nasıl bir şeymiş, başka ne yaptın ?

- Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı kitabını okudum ve bir delikanlının karakalem ile portresini yaptım.

- Bak şimdi! Yalan söylemek yasaktı, bu konuda anlaşmıştık, bunları sen yapmış olamazsın.

Kız elindeki ekmek parçasını su bardağındaki suya batırıp yemesinin ardından buz gibi bir ifade ile babasıba döner;

- Yapabilirim tabii ki! İstediğim her şeyi yapabilirim babacığım. Ben Bhaal’ım çünkü!

"2008"