30 Ağustos 2008 Cumartesi

Maghreb...

Fas bir büyü...

Marrakech (Land of God)... Çölün ortası, sıcak, kuru, çok kurak, çok sıcak. Bir şehir, bir kısmı normal bir şehir. Klasik binalar, klasik yollar. Ama Medina bir zaman sıçraması... Korkunç, karışık, daracık, geniş, tütsü, büyü, sırlar, çok çoook yaşlı. Yollarda dolaşan motorları, kırık dökük arabaları çıkar; yıl:1071. Hiçbirşey gerçek değil gibi, anlatılan bir masalın misafiri olmak gibi. Daracık kol uzatımı sokakların bitmek bilmez sürprizleri, dokusu, korkunçluğu, akıl almaz labirentler. Djemaa El Fna meydanı, insanları, meydanın eğlencesi, binlerce ayağın arşınladığı kaldırımları, yılan oynatıcıları, falcılar, cambazlar, masal anlatıcıları, kınacılar, yemek tezgahları, maymun gösterileri, çevrilen kuzular, tandırlar, kocaman tepsilerde kuskuslar, atlar, atlı gösteriler... Kıyamet Meydanı ... Koutoubia Minaresinin gölgesinde... Vahabileri, berberileri, tuaregleri, yahudileri, onlarcası, yanyana.. Kabile hayatları. Gerçek kabile inançları. El Fatima'lar, tütsüler, büyüler. Binbir çeşidi... Eski şehirlerin surları, uçsuz bucaksız kapalı çarşısı, iç içe avlular. Riad'lar... Duvarların arkasındaki Endülüs bahçeciliğinin sanat eserleri, çölün ortasındaki bin yıllık vahalar...

Maghreb krallık. Kalkınan, koruyan, öldürmeyen. Krallarının bir sözü "Ben 5 senelik iktidar değilim ki, tüm işleri benden sonra gelecek hükümetin üstüne yıkayım. Ömür boyu bu iş benim işim, bu işler bitmez ise nasıl başa çıkılır. Krallık en iyi demokrasiden daha çok çalışmak zorundadır".

Casablanca... Okyanusa serilmiş, huzurlu, kıpır kıpır, kıyıları boyunca okyanusun yıkadığı prenses şehir... Tuz. Dalga sesleri. Modern hayat. Gizemli sokaklar. Gerçek dışı insanlar. Ve "Play it once, Sam, for old times' sake"...

22 Ağustos 2008 Cuma

Söyleyemediklerim.

- "Dünyaya farklı bir yerden bakıyorum"
- Dünya'ya farklı bir yerden bakıyormuş, nerene dönersen dön, sağım solum önüm arkam saklanmayan ebe! Dünya işte yuvarlak bir şey. Aya çıkmadıkça Dünya'ya farklı bir yerden bakmak mümkün mü? Uzaya mı çıktın! Öyleyse efendi efendi saygı duyarım, hatta çok kıskanırım. Ama yok çıkmadıysan önün arkan bir. Yok efendim hayat felsefesi açısından değinmiştim! Yani farklı bir hayat felsefen var, pek etkileyici. Ne o, insan kimliğinden mi sıyrıldın, ayrı bir varlık mı oldun, allien mı oldun yani? E bu olmadıkça felsefi açıdan da "Dünyaya farklı bir yerden bakmak" mümkün değil ki. İnsansın sonuçta, insan olmakla sınırlısın, ha belki bir diğerine göre sınırların biraz daha gevşek veya biraz daha dar, minicik. Farketmez. İnsan olmanın varlık kuralı ile sınırlısın sonuçta. Kendini uçabilen bir tavuk olduğuna inandırma. Üzme kendini.

- "Farklı bakış açıları dünyamızı zenginleştirir!"
- Farklı bakış açıları nedeniyledir ki bu yerküre üzerindeki tüm topraklarda binlerce yıldır savaşlar oluyor! Evet bir zenginleşme sözkonusu tabi ama bu eş dağılımlı olmuyor hiçbir zaman. Farklı bakış açıları dünyayı sadece ve sadece kaosa götürür ki bu da zaten varoluşun temel ilkelerindendir. Zaten kaos var olmalıdır ki hayat olsun. Farklılıklarla düzen düzensizliğe dönsün ve varlıklar düzensizlikte düzeni keşfetsin, şükür etsin. Yani bu bir zenginleşme değildir. Sadece süreçtir. Allayıp pullayıp bir şey bulmuş gibi pazarlamayın!

- "Senden çok pozitif bir enerji/elektrik alıyorum.", "Çok negatif bir enerjisi/elektriği var"
- Gerçekten mi! O kadar ilginç ve doğadışı ki! Kelimelerin böyle doldurulmasına deli oluyorum. Çok basitçe atom pozitif elektrik yüklü bir çekirdek (proton-pozitif yüklüdür, nötron yüksüzdür, bunlar da çekirdeği oluşturur ki çekirdek böylece pozitif yüklü olur) ve etrafında dönüp duran (bu dönme hareketi de evrenseldir, evren de dönmeyen tek bir zerre yoktur) negatif yüklü elektronlardan oluşur. Yani hareket eden "negatif" yüktür. Pozitif yükün açığa çıkması ancak elektonların koparılması ile olur. Veya atom grubuna dışarıdan negatif yüklü elektronlar göç ettiğinde atom negatif yüklenir.
Atom'dan bağımsız bir varlık olmadığına göre, bir varlığın diğerine pozitif elektirik vermesi mümkün müdür? Pozitif yük almak için, karşındakinin negatif yüklü elektronlarını koparmak gerekmez mi? Veya birinden negatif yük tesirinde kalmak ancak o varlığa ancak negatif yüklü elektronları üzerine sıçratmakla olmaz mı?
Velhasıl, şuna "olumlu veya olumsuz hissediyorum deyin ve benim gibileri delilik sınırlarında gezindirmeyin.

- "Bir ekip olmalıyız, aynı amaca hizmet etmeliyiz. İyi bir ekip birlikte hareket edendir. Bakın kazlara göç ederken nasıl da ekip olarak çalışıyorlar"
- Kazların maaşları birbirinden farklı mı? Veya müdür kaz var mı? Ya memur kaz? Bunu şöye diyelim de hadi biraz dürüst olun. "Siz bir ekip olarak çok çalışın, en çok çalışanınıza üç kuruş fazla verebilirim, ama amaç bana kazandırmak asıl". Böyle de ki, inanmaya güdümlü insanları uyandırmak ile uğraşmayalım.

- "Çok isabetli tahminler yapıyorum. Hiç şaşırmadım bu güne kadar"
- Yalan! Kocaman hem de. İsabetli tahmin yapmak için insan zekasının hesaplayacağı sınırların üzerinde bir yeti gerekir. Ve bu insan kafa sınırlarının malesef ki oldukça üzerindedir. Mesela bir parayı at havaya milyonlarca kez, hepsinde tura mı veya yazı mı düşeceğini bilebilir misin? Veya her seferinde yazı veya tura düşer mi? Bilemezsin.Düşmez. Değil mi? Ama tüm değişkenleri bilirsen case değişir. Yani o paranın etrafındaki tüm evreni bilirsen. Paranın ağırlığı, metalin yüzeyde dağılışını, dağılışının denge oranını, parayı havaya atmak için verdiğin kuvveti, kattığın ivmeyi, havanın sıcaklığını, nemini, rüzgarın hızını, havadaki rüzgar gibi her bir hareket öğesinin tam o noktaya gelecek etkisini, havanın yoğunluğunu, paranın düşeceği zemini, zeminin yapısını, sertliğini, sekme etkisini, sekme etkisinin yerden uzaklaştıracağı mesafeyi bilirsen. Paranın da yazı mı tura mı düşeceğini bilirsin. Veya her seferinde istediğinin gelmesini sağlayabilirsin. Ama bu kadar küçük bir deneyde bile ölçüm sayısı sonsuza uzar. Ki daha kapsamlı tahminler için yüzyıllar harcanmalıdır. Olan harcasın. Olmayan atmasın. İsabetli tahmin sadece olasılıktır.

- "Hayatımdan nefret ediyorum, yaşamak istemiyorum, çok üzgünüm, deli gibi depresyondayım, kendimi kaybolmuş hissediyorum"
- Noldu ! "Erkek arkadaşım doğum günümü unuttu"!. Derin bir nefes alıyorum. Çok derin. Sanal depresiflerden gına geldi. Çok şükür hayatlarında kötü birşey yaşamamışlar, bunları dert ediyorlar. Olsun ne sevimli dertleri var, diyorum. Sakinleşince tabi. Allah gerçeklerini yaşatmasın diyorum içimden.
Güzel insan, bir kafanı kaldır da çevrene bak Allah sana yaşatmadıysa da yaşattıkları vardır çevrende, bir bak, bir kork, bir sus, bir de ki ben pek şımarığım de, bir sus! Bana kesinlikle anlatma, hiç anlatma, ben anlayamam böyle dertleri, böyle şeyler için hissedilen bunca korkunç depresif duyguyu, en son anlayacak benim. Git başka sanal depresifler bul, onlara anlat. Benden sana fayda gelmez. Ben bile deli gibi seviyorum yaşamayı (kavgam var ayrı) ki ben benden bin beterlerini gördüm, onlar benden de çok seviyorlardı yaşamayı!


Diyemiyorum. Dinliyorum. Hepsini, herbirini. Saygılı gözükerek.
Susuyorum.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

"Gerçekdışı" Katsayısı

Böyle bir şey var desem kim inanır bilmiyorum. İstatistik yüksek lisansına hazırlandığım bu günlerde yeni oluşturduğum formülü katılım ön yazısına eklemek istiyorum. Daha iyi zar atabilmek, zar atarak para kazanabilmek isteyen, fazlaca zeki bir insanın oluşturduğu olasılık belasının istatistiğin bel kemiği olduğu düşünülürse, benim formülüm de çok yabancı olmayacaktır herhalde. Bu camia bunu biliyor olmalı değil mi? Köklerinden uzaklaşmış olamaz değil mi? Ve hatta olasılık hesabından yola çıkarak, quantum fiziğiyle birleşen, bir varlığın aynı anda iki farklı yerde olabileceğini ispatlayan da bu zümre değil mi? Evet öyle.

Formül:
Hayattaki "gerçek dışı" olarak tanımlanan anların yaşanma sıklığı ile hayatta "yaşandı" olarak tanımlanan anların birbirleriyle olan interaction'ı alınmalı. Zaman serisi üzerindeki distrubution'ına bakılmalı, normallik eğrisi kontrol edilmeli. Burada "if" condition olmalı. Eğer normallik eğrisinin dışında ise o zaman teste geçilebilir. Test için bu 2 değişkenin coefficient'ı bulunmalı. Bu değeri bulmak herhangi bir sonuca ulaştırmaz. Klasik istatistikteki normalleştirme operasyonunun bir benzerini gerçekleştirmek lazım ama bu istatistik yolu ile yapılamaz. Probability her ne kadar relativity'e yakınlaştırılmaya çalışan bir kavram olsa da aslında değildir, iki bilimin kardeşlik çabasıdır olsa olsa. Neyse bu ayrı konu. Ne diyordum. Evet relativity etkisinin elde edilen katsayıdan arındırılması gerekir. Bunun sonunda evet "Gerçekdışı" Katsayısına ulaşılabilir.

Gerçek dışı katsayısının yüksek olması, subject olan hayat sürecindeki uyumlanma probleminin hangi seviyede olduğunu söyler.

Burada şu sonuçlar çıkabilir; (Sayısal limitleri vermeyeceğim.)

Minimum değer:
minimum değer çıkması demek, bu formülü uygulayan kişinin, normal eğrisindeki "if" condition'a uymadığını gösterir. Sonuç normallik eğrisinde kaldıysa zaten teste devam etmemesi gerekirdi. Fazlaca meraklıymış sonucudur bu sadece.

Ortalama değer:
ortalama değer, normallik eğrisinin dışında kalmıştır. Ama henüz kontrol dışı olmamıştır. Henüz yeni bir "outlier"dır.

Maximum değer:
Maximum değer sonucuna ulaşan kişi, formülü veya testi relativity etkisinden arındırıp arındırmadığını mutlaka kontrol etmelidir. Herşeyi doğru yaptıysa; yüksek seviyelere denk gelen hayat sürecinin sahibinin yapabileceği bir kaç şey vardır ancak;

çare aramaya devam etmek: çevresel etkilerin relativity oranını arttırması ile gerçek dışı katsayısının düşürülmesi umut edilir.

durmak:
enerji ortamında ivme yaratmamak, ekstra sürtünme ve aşınma etkisini ortadan kaldırır. Yani gerçekdışı katsayısının artışına sebep olmayacak bir pozisyon alınmış olunur.

yeni gerçekdışı tecrübe aramak veya daha doğrusu aranmak:
Bir kısım asi ve kayıp ruhta bu belirti görülebilir. Ama bu kontrolsüz bir şekilde "gerçekdışı" katsayısını yükseltir. Toplumun üzerinde çalıştığı ve sivilize etmeye çalıştığı model tam da bu case'e düşen insan tipidir.

Bu duruma ancak geçmiş olsun denir.

Tatildeyim.

Fas'a gidiyorum.

Geçmiş olsun.

7 Haziran 2008 Cumartesi

Aldığım en sağlam dersmiş meğer...

Çok yaşlı bir arkadaşım vardı, G. Teyzem, tanıştığımda o 70’lerindeydi, ama takip eden 10 yıl benim en iyi arkadaşım, dostum oldu. Derdi ki “Hayat herkesin farklılıkları yaşadığını düşündüğü bir ilüzyon aslında, gerçekten farklılıkları yaşayan ender ayarı bozuklar için ise hayat ‘tüketelim bitsin bu aynılığı’ hissinin baskın olduğu bir gerçeklik olur. Çok yazıktır ki, ilüzyonun tatlı meyvelerine ender olarak kendilerini kaptırsalar, çok kısa süreler oyalansalar bile, farklılıklarından gelen farkındalık ağır bastığında, hiç kimsenin dayanamayacağı kadar büyük bir güçle tokat suratlarında patlar. Acı bu hayatta hissedilebileceği tahayyül edilemeyecek kadar şiddetli olur. Hayatla dalga geçiyorsun, bir ilüzyona, bir gerçeğe geçişlerin çok sık, suratına gelecek tokata, ardından hissedeceğin acıya, kırıklığa hazır ol.” Hazır oldum, bile bile oynadım.

Sevgili arkadaşım Virgilius, bu duble de senin sağlığına olsun.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Eriği Tuzlayarak Yemeyin !

"Eriği Tuzlayarak Yemeyin" başlıklı bir e-mail gelmiş. Hiç ismini bile duymadığım bir internet sitesinden. Neden ben ? Sanki nete ruh girmiş, eriği tuzlayarak yiyenleri filtrelemiş, sonuçta ben çıkmışım.

Erik bu. Başka bir şey değil. İlk çıkmış, yemyeşil, ekşi mi ekşi eriği böyle güzelce yıkayıp, üzerinde hafif suları varken tuza batırıp kütür kütür ısırmak, sonra dudağında kalan tuzları yalayıp buz gibi rakından da bir yudum yavaşça içmek gibisi var mı? Hele deniz kenarıysa, üstelik de uzun uzun yüzüp sudan daha yeni çıkmışsan, keyiften ölebilir insan.

Bu e-maili gönderen zihniyeti kınıyorum. Yazı da diyor ki, erik böbrek, sindirim sistemi, karaciğer hastalıkları için çok faydalıymış. Diğer paragrafta da diyor ki, "tuzlayarak yenen erik, fazla tuz alımından dolayı böbreklere zarar verebilir". E yani ? Bir artı, bir eksiyi yok etmez mi ? Sonuçta erik gayet tuzlayarak yenebilir ve hatta yenmelidir.

Aynı mailin içinde bir de şu çok popüler olan "RealAge" testlerinden vardı, "Bulunduğun Yaş" ve bir takım fiziksel sağlık soruları sonucu oluşan "Gerçek Yaş" yani bedenine baktığın, fiziksel sağlığına dikkat ettiğin ölçüde genç çıkıyormuşsun. Ama "ruhsal yaş" veya "hissettiğin yaş" diye bir şey yok. Ki olması gereken budur, kaç yüzyıllık olduğumu bilsem çok daha faydalı olurdu, en azından cevapsız kalan tuhaflıklarımın bir açıklaması olurdu belki.

Bizim ofiste bu aralar çeşit çeşit otları kaynatıp içmek pek moda. Herkes bir anti-aging, ölmemek telaşında, beşi bir arada zayıflama çayları, yeşil çay, beyaz çay, kekik çayı, ada çayı, ıvır çayı, vızır çayı, tarçın bilmem nesi, herkes oldu cadılar gibi, otları karıştırıp duruyorlar. Bir de doğal gıdalara dönüşüm süreci varmış, bedenlerindeki toksinlerden arınınca, doğal gıdalar yiyeceklermiş ki, bünyeyi toksinlendirmesinler. Allah'ım sen koru beni. Amin.

Ve tüm bu çok yaşama önlemlerini alan insanlar, içerideki havayı döndürüp döndürüp içeriye geri veren bir klimanın olduğu, camların açılmadığı, 150 kişinin ikamet ettiği, 150 kişi başına düşen tuvalet sayısının 4 olduğu, her an bir krizin yaşandığı, duygusal taciz ve işkencelerin had safhada olduğu, kimsenin saatlerce oturduğu koltuktan kıçını kaldıramadığı bir yerde çalışıyorlar. Kahvaltımın üzerine, bol köpüklü sade Türk kahvemin yanına bir sigara yakıp, il kahve yudumumla ve ilk dumanda gülümseyince ben, kedi gibi beni seyrediyorlar özlemle. Üzülüyorum. Kime bilmiyorum, kendi asiliğime mi, onların kısıtlanmış keyiflerine mi...

Bir hayli dedikodu oldu galiba.

Siz yine de uzmanları dinleyin, eriği tuzlamayın, rakı ile yanyana asla geirmeyin, yüzmenin size kazandırdığı kondisyonu soğuk bira ile sabote etmeyin, sigarayı unutun, Türk kahvesini asla aklınıza getirmeyin, dondurmayı kıtır kıtır olana kadar dondurmayın, suyunuzu buz gibi, geçtiği heryeri hissettirecek kıvamda değil vücud ısısı kıvamında için, sıcak ekmeğe tereyağ sürmek gibi bir gaflete düşmeyin, ekmeğinizi çok istiyorsanız zeytinyağına bandırın, ama zeytinyağını böyle kekikti, pul biberdi, biraz yağlı peynirdi falan süslemeye kalkmayın, patatesinizi haşlayın, kızartıp mayoneze bulayıp parmaklarınızdaki yağı ve kalan tuzu yalamayın, çorbanız her zaman sebzeden ezilmiş az sulu lapa kıvamında olsun, üzerine yağ kestirilmiş bol baharatlı içine ekmek doğranmış çorbalardan kaçın, yeşil çaydan ve hatta dünyanın en trend çayı olan beyaz çaydan şaşmayın, kıpkırmızı billur gibi demlice yurdum çayı içmek çok ayıp ve hiç havalı değil.

3 Haziran 2008 Salı

İyi olmak...

- Nasılsın ?

- Çok iyiyim

- A aaa nasıl ? Hayırdır inşallah n’oldu şekercim ?

İnsanlar artık, “iyiyim”, “çok iyiyim” cevaplarına hayret eder oldu. İyi olmak için olağanüstü gelişmeler olması gerekiyor. Eskiden “İyi değilim” diyene sorulurdu niye iyi olmadığı, kaldı ki ben onu da sormazdım. Gerçi ben soru sormam zaten, anlatılırsa bazen dinlerim, bazen dinlermiş gibi yapar sistemimin diğer partition’ını çalıştırırım veya tüm bu zahmetlere değmeyecek biri ise hiç dinlemem. Gereği yok. Neyse iyi olmak için olağanüstü birşeyler olması lazım demek ki, hele bu hayret haline boğulan insan bir kadın cinsi ise bu olağan üstü durum özel hayat için evlilikle, iş hayatı için istifa ile sınırlıdır beklentilerde. Her iki durumda gerçekleşse benim iyi olma ihtimalim yok ki. Evlilik desen mümkün değil karalar bağlarım kendimi boğarım siyahlara, etrafımdaki tüm varlıklar için de tüm koşulları çekilmez hale getiririm. İstifa desen, öyle bir sabır var ki sistemimde, istifanın bir önceki adımı birilerinin kırılmış kemikleri, bir sonraki adım ise karakol olur. Dolayısı ile iyi olma durumu zaten söz konusu değil.

Bir de bu şekerim, şeker, şekercim, hayatım, canımmm durumu var ki, bunu telefonda duyuyorsam telefonu ısırmak, karşımda söyleniyorsa üç adet baklavayı çiğneyip yutmadan ağzımı kocaman açıp karşımdakine “bak bu da şeker, değil mi?” demek geliyor içimden. Sen kimsin! Daha ötesi benim şeker bir halim mi var ? Yok! Hiç olmadı.

Patron: İşler yetişmiyor, daha fazla özen gösterilmesini sağlamalısınız, bu durumu daha fazla tolere edemeyeceğim, bu sorumsuzluğa tahammülüm kalmadı.
Ben: Benimde iş planlaması, önceliklendirme, risk yönetiminden haberi olmaksızın güç kazanmak için herkesin elinden işleri toplayıp merkezileşmeye çalışan, bir günlük kişi başına düşen iş hacminin 3 günlük olmasına tahammülüm kalmadı
Sessizlik....
Sessizlik....
Sessizlik....

Odadan çıktık. Telefon çaldı.

- Nasılsın ?

- Çok iyiyim

- A aaa nasıl ? Hayırdır inşallah n’oldu şekercim ?

- Gelen, giden, şu, bu, iş, güç, yok bir şey.

- Birşey yokken çok iyisin yani ? Aaaa sen kesin aşık oldun şeker, bana söylemiyorsun !

Evet kısıtlı algı sınırlarında sadece aşk, iş olabilir tabii ki. Bir kez aşık olmak için bile birazcık da olsa insanın zamanı olması lazım. Benim çişe gidecek zamanım yok ! Bugün ilk defa az önce su içtim, sigara içtim. Aşkmış!

Patron: Toplantı odasında söylediklerin çok yakışıksızdı, beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattın. Burada bu kadar adam çalışıyor hepiniz sanalsınız.
Ben: Kadro tipini mi değiştiriyoruz ? “Daimi Personel”, “Geçici Personel” bir de “Sanal Personel” ekliyorum ben o zaman, İngilizce’sine de Virtual Staff diyelim, hani Virtual POS gibi, gerçi Virtiual POS’ların işlem hacmi oldukça yüksek, bizim “Virtual Staff” olarak o kadar yüksek değil işlem hacmimiz sizin de şikayetçi olduğunuz üzere...
Sessizlik
Sessizlik

Kalktım masasından, yerime geçtim. Telefon çaldı.

- Nasılsın ?

- Çok iyiyim

- A aaa nasıl ? Hayırdır inşallah n’oldu şekercim ?

- Gelen, giden, şu, bu, iş, güç, yok bir şey.

- Birşey yokken çok iyisin yani ? Aaaa sen kesin aşık oldun şeker, bana söylemiyorsun !

- Anlatsam ne anlayacaksın bilsem, üşenmeyip anlatacağım ama... Ben sana nasıl yardımcı olayım sen onu söyle bana.

Kötü olmak için major sebepler yoksa zaten iyi olmak zorundasındır. Kötü hissetme sebeplerini sisteme tanımlarsın, “else” condition’ına düşen her durum “iyi olma” eşitliğini verir. Bu kadar!

Telefon çaldı tekrar.

Patron: Burada ciddi bir problemimiz var

Ben: Evet var.

Sessizlik...

Hadi iyi geceler dedim çıktım. Hala da iyiyim !

Bu sıralar yine çizgiler silikleşmeye başladı. Hiç bu kadar silik, açık tonda, zor görülür kıvamda olmamışlardı. Hayırlısı olsun...

18 Mayıs 2008 Pazar

..*..

Tomorrow will take us away
Far from home
No one will ever know our names
But the bards' songs will remain
Tomorrow will take it away
The fear of today
It will be gone
Due to our magic songs
.........................................

Gods of war I call you, my sword
Is by my side.
I seek a life of honor, free from
All false pride.
I will crack the whip with a bold
Mighty hail.
Cover me with death if I should
Ever fail.
Glory, majesty, unity

.........................................
Time and time again
What you said ain't what you mean
Even if all my bones are broken
I will drag myself back from the edge to

..........................................
Great Triangle

22 Şubat 2008 Cuma

Offf.... Offf

Kıyıköy'de, deniz üzerinde çok eskiden ufacık bir balıkçı vardı. Bir sandal, bir mangal, iki masa ve nedense sadece altı sandalye. Hani her masada dört sandalye olması lazım ya, garip geliyor insana ama dört olduğu gibi bir de olabilir üç de, dört mantıklıdır aslında, iki de bir derece, ama üç ve bir yanlış gelir normal insanlara. Neyse ben severdim üç sandalyeli masayı, bir sandalyeye sırt çantamı, birine kendimi, birini de ayaklarımı uzattım mı tamamdır. Denizden çıkan balık sandala, sandalda ayıklanan balık mangala, mangalda pişen balık masaya, bir küçük rakının hemen yanına... Salata falan olmadan sadece balık, su olmadan sadece rakı, grup grup hareket eden, eğlenmek için kendini paralayan gürültücü yaratıklardan uzak...

Tam da orada olmak istiyorum bu sıralar... Olamıyorum..

Aylardır her gece çalışıyorum, sadece uyuyorum ve tekrar çalışıyorum. Astarı yüzünden pahalıya çıkıyor bu işin, kafam atmak üzere, insanlar iyi bir insan olduğuma inanıyorlar ama benim dişlerim sivrileşmeye, tırnaklarım uzamaya başladı, farkında değiller daha, geçen akşam birini ısırdım, şaşırdı, benim kadar tepkisiz ve soğuk gözüken bir tipten hiç beklemiyorlardı tabi, neyse onlar da alışacaklar. Tarzımı değiştirmem lazımmış, efendi hanımhanımcık gözükmem gerekiyormuş. Ne demek olduğunu bilsem, sussunlar diye gözükeceğim istedikleri gibi ama ben ne giysem zibidi gibi duruyorum. Ülkenin durumundan da haberim yok, memlekette şeriat ilan edilecek en son benim haberim olacak, onu da kıçımı başımı kapamadım diye dayak yediğimde anlayacağım sanırım ve ülkeyi terk etmek için çok geç kalmış olacağım. Gerekli şeylerden bihaber olamama rağmen bir ton lüzumsuz şey hakkında güncel bilgi sahibi oluyorum nasıl oluyorsa, kafama gizlice birileri sokuşturuyor sanırım. Mesela, koparınca kendi kendine tekrar birleşebilen, kendini yapılandırabilen bir alet icat edilmiş. Nazi hazinelerinin en kıdemlisi ve havalısı bulunmuş. Gerçi ben yıllardır bulunduğunu düşünmüşümdür. Endonezya'da Merapi yanardağının kapı bekçisi varmış. Yanardağı dinliyormuş, kolluyormuş, anlıyormuş, adak organizasyonlarını ve dini ritüelleri düzenliyormuş. Bilimadamları deliye dönüyormuş, patlayacak işte köylerin boşaltılması lazım diye paralıyorlarmış kendilerini ama kapı bekçisi "ben bilirim daha tehlikeli değil" diyormuş inatla. Ben kapıbekçisine inanıyorum. O insanlar doğadan. Bizim gibi dünyada tehlikeli atık olarak yaşamıyorlar. Japonya'da yamabuşi keşişleri Kii dağında dik bir yamaçta, keşişleri iki ayağından başaşağı sallayarak sorguluyorlarmış, "Emirleri yerine getirdin mi?" diye. Biz de ise bir toplantı odasına kapayıp, kafanın tepesine çaka çaka aynı soruyu soruyorlar, insan her ortamda kendini tekrar ediyor, hiçbir özgünlük yok!

"çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde herşeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz, bir uzak han kavramına, Hanların rahmindeki bir yolcuya, bir semendere, Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz.Çağlardan. Başımızda siyahtan bir hale" diye bir şiir vardı kalanını hatırlamadığım.

Climate Partnership programına başvurdum. 15 günlük küresel ısınma bilim kampı. Eğitilip, herkesi bilinçlendirmek amaçlanıyor. Malezya maceram yetmedi. Bir yenisi için heyecanlanmaya başladım.

Bir buçuk hafta sonra eğer konsoloslukta vize işlerinde bir aksilik çıkmazsa Roma'da olacağım. Sokak kahvelerinde geleni geçeni seyredip, kahvemi yudumlayıp, akşam içeceğim şarabı ve incecik pizzaları düşüneceğim.

Yarın ise measi var. Çalışacağım.

Off. Off... Kıyıköy'de olsaydım.

"............Sen kimsin dedi. Dedim kimsem oyum. Yani dedi. Yani dedim kimsem oyum..Tamam da kimsin sen dedi. Dedim ki kimseden, kimden bir kimseyim. Fakat bilmiyorsun o zaman dedi. Sen kimsin dedim. Dedi kimsem oyum. Tamam dedim. Tamam dedi. Tanıştığımıza memnun olduk........"