1 Mayıs 2011 Pazar

Yola çıkmak !

Hayallerim arasında "gerçekleşme ihtimali en düşük" olarak sınıflandırılmışlardan biriydi (70,000 feet yükseklikte bir U-2 uçuşu yapmak hayalimin iki parmak üzerindeydi).


4 gün sonra hayalimin başlangıcına gidiyor olacağım!

5 gün sonranın gecesinde kıtanın en ucunda, kıtanın Dünya'ya açıldığı kapıda ayaklarım okyanus kıyısında belki de kıpkırmızı şarabımı içiyor olacağım...

Belki bir gün El-hamra'nın duvarlarına sırtımı yaslayıp soluklanacağım, belki bir gece sabaha karşı daracık şehir sokaklarında en sevdiklerimle hafif sarhoş kaybolacağım. Kimbilir...

Yeni bir 15 günlük seyahat başlıyor.

19 Aralık 2010 Pazar

***
Deniz kızlarının gözyaşlarını
kehribarın barındırdığı doğru mudur?

Kuştan kuşa uçan
bir çiçeğin adı ne olsa gerek?

Asla olmasın daha iyi değil midir geç olmasından?

Ve niçin karar verdi peynir
Fransa’da büyük işler yapmaya? (p.neruda)

… kadar saçma, gerçek, ters-yüz, normal ve çıplaktı bazen herşey. Bazı durumlar vardı, tüm sınırlarını sarsan, hazırlıksız bir şekilde onursuzca saldıran. Saldırıyı haber vermeden, sırtını döndüğü bir anda, “an” dediği zaman kesidinde pat diye ortaya çıkıveren. Şaşırtan, anlamsızlaştıran bazen gülümseten, bazen dipsiz paniklere sebep olan.

« 10 yıl önce sahipleri onu getirip, bırakıp kaçmışlardı, pek yaramaz pek yaramaz demişlerdi ve gitmişlerdi. Yumuşak adımları ama vahşi gözleri vardı eve ilk adım attığında. İlk 3 gün kimseyi yaklaştırmamıştı yanına, her yer ve herkesi tek tek inceleyip, ince ince koklamıştı tüm köşeleri. »

Soğuğa karşı yürüyordu hızlı hızlı, bir yandan da kafasında dolaşan ve sıralarını kaybetmiş düşüncüleri sıralamaya çalışarak. O düşünceler ki disiplin altında olmadıklarında “normal” ile “ters-yüz”ü her an koyun koyuna yatağa sokup gerçeği doğurtabilecek kadar “yol”suz olurlar bazen. Doğan gerçekliğin sahtekarlığının tartışılmaz olacağı bir tohumlanmadır. Bilir.
Bildiği için yürüdüğü tempoda düşüncülerini zaptetmeye çalışıyordu.

- Bir simit ile beyaz peynir alabilir miyim ?
- Buyur abla ! Hayırdır bu sabah pek keyifsiziz ?

Keyifsizmişiz ! Biz kimiz ? diye hırlarken içinden Çin ordusunu düşünüyordu bir yandan, askerlerin ne kadar acımasız, ne kadar insanlıktan yoksun ama ne kadar disiplin altında yetiştirildiklerini. Japon savaş sanatlarını canlandırmaya çalışıyordu aklında, bir Katana’nın saya’sından ilk sıyrıldığı anda çıkardığı o hafif fısıltıya benzeyen sesi duymaya çalışıyordu aklında ve savaşçıların bir tek bu hareketi bile kaç bin kez çalışmak zorunda kaldıklarını düşünüyordu.

- Günaydın.
- Güna…

Kelimenin kalanını duymaya zamanı yoktu, gereksiz konuşmaları dinleyecek gibi değildi. Anlamsız sosyalleşmelere tahammülü yoktu bugün, hiç kimsenin uydurma dertleri, yalancı suratlarındaki üzüntüleri, içsiz yanaşmaları, beş para etmez etik nutukları, arzın merkezi benliklikleri, ilgi arsızlıkları, çürük egoları ile oynaşacak insanlık özellikleri yoktu bugün. Bugün dünya dışarıda kalmalı dedi kendi kendine.

« Sonra tanışmıştık. Yavaşça o istedikçe. Kediydi ama sanki içinde bambaşka bir yaratık daha vardı. Az zorlasak konuşacaktı sanki. Mesafeliydi, uzaktı, asildi, vahşiydi, yaramazdı ve dünyadan büyük bir sevgi vardı o ufacık bedeninde. Tüm huysuzluğuna rağmen neşeliydi, eğlenceliydi, tuzak kurardı, oyunları salak oyunlar değildi. Bir ışığın peşinden deli gibi koşup durmazdı, ışığın kaynağı olan elini yakalamaya çalışırdı. »

Savaşçıların kiraz ağaçlarının altında Katana’larını dizlerinin üzerine yerleştirerek daldıkları sonsuz meditasyonları düşündü. Öldürmek için öğretilen disiplin ile mi ancak düşüncelerini sıraya dizebiliyorlardı diye merak etti. Ne kadar güç gerekirdi bir insanın kafasını zaptetmesi için.

- Şu dosyaların tamalanması lazı….

Düşüncelerini böldüklerinde sinirleniyordu ve « sinirlenmek » aşina olmadığı duygulardan biriydi. Aynı « üzülmek » gibi. Bu duyguları yaşamayı bilmiyordu, normal insanlara yüklenmiş olan uydurma sosyal kodlamalara sahip değildi.

« Uykusunda mırıldanırdı sürekli, sürekli bir battaniye kavgası yapardık, kuyruğundan çektiğimde burnumu tırmalardı, ben kulağını ısırınca pek şaşırırdı, homurdanıp, surat asarak uyurdu bazen. Sabah tekrar aynı aşkla uyandırırdı evdeki herkesi. Çok severdi herkesi tırmalayı ve bazen ısırmayı, bazen oyun için, bazen kızdığı için, bazen sırf racon olsun diye. Olsun o evin minik kaprisli patronuydu. »

Yaşamayı bilemediği duyguları yaşamayı bildiklerinle değiştirmeye başladığını hissediyordu. O yüzden etrafındaki insanlara karşı soğukkanlı bir saldırganlık hissediyordu. Öfkeden, öfkenin kontrolsüzlüğünden uzak. Yaklaşana zarar vermeye hazır, yavaş yavaş keskinleşen. Sabah içinden geçirdiği şiire geri dönmeye çalıştı, o an daha yumuşaktı sanki.

« Niye soruyorsunuz ki bana, 10 yıl nasıl anlatılır ki… Çok güzel yaşanmış bir dostluktu. Tek farkımız bizim kuyruğumuz yoktu, onun kelimeleri. Bugün veda ettik »

Akşam karanlığına doğru tekrar yürümeye başladığında kendisiyle uğraşmaktan vazgeçti. 10 yıllık dostuna veda etmişti. Gerisi önemli değildi. Öfkeyse öfkelenebilirdi, üzülmekse kime neydi ki. Hiçbir düşüncesinin de disiplin altına alınmasına gerek yoktu. Bıraktı. Herkes kendini korumayı bilsin diye tısladı içinden.

****

Yıllar önce çok sevdiğim bir dostum kedisine şöyle veda etmişti
« iyi uykular kuyruklu meleğim »
Daha iyisi aklıma gelmiyor.


15 Kasım 2010 Pazartesi

Dev...

Teninden hafif hafif sıcaklığın uzaklaşıyor olduğunu hatırlıyordu, en son ışıltılara gözlerinin hepsini ve tüm gözeneklerini biraz kısarak bakmıştı. Üzerine çöken tatlı ağırlığa, huzurlu uykuya yavaşça, sessizce teslim olma anının tadını yaşadığını hatırlıyordu. Gecenin hafif esintisini de hissetmişti. Usulca bedeninin sağa sola esnediğini, dalgalandığını, saçlarının arasından geçtiğini, etrafında dolaştığını, nefesine dolduğunu. Mistik bir hali vardı herşeyin, herşey akar gibiydi. Uykusundan uyanmak üzereyken, uyku haline geçtiği anı hatırlayıp gerinerek diriliyordu. Çok yavaşça ellerini gökyüzüne doğru uzatmaya başladı, her bir parmağının ucuna güneş dokunmaya başlamıştı, az sonra saçlarına da ulaşacaktı, ve belki güzel bir gün olursa taa ayaklarının ucuna kadar erişebilirdi. İşte o zaman o harika günlerden birini daha yaşardı. Yaşadığı milyonlarcası gibi, milyonlarca kez olsa da hiçbir zaman doyamadığı gibi. Heyecanlandı. Heyecandan dev bedeninin her bir noktasına küçük hışırtılar ile hafif bir titreme yayıldı.
Ve dev bedenini güneşten aldığı zevkle gererek güne uyandı. Etrafını hışırtılar, kütürdeme sesleri ve neşe sardı bir anda. Milyonlarca yıldır köklerini gömdüğü toprağın metrelerce derininden, parmaklarının en ucundaki en minik yaprağa kadar canlandı. Dev bedenine milyonlarca yılın getirdiği tecrübe ile tüm ısıyı yaydığında binlerce canlı ısının, güneşin varlığının kutsanmışlığı ile silkelendi ve gün başladı.
O ormanın en yaşlısıydı, en kudretlisi, en sevgilisi, milyonlarca yıllık devi. Kendi evreninde hayatı başlatmıştı yine. Parmak uçları ile tüm canlılarına baktı, uzunca dinledi, yaşamın ritmini biliyordu, o ritimde yaşayanları da biliyordu. “Ahenk” diye kahkahalar ile kükredi dev ağaç. Köklerinin serinliklerinde bile o ışık hissedildi.
Günün ilerleyen saatlerinde dev bedeninin evreninde yaşayan her bir canlı ile konuştu, kokladı, gördü, hissetti, sevişti, sevildi. Bazen ufak hışırtılar ile, bazen kahkahlar, bazen mırıldamalar ile.
Hayat her zamanki ritminde akarken yabancı bir şeyin dev bedenine yaklaştığını hissetti. Ani sessizlikten tedirgin olan her canlı, kıpırdıyor olduğu yerde ansızın yokluk kadar hareketsiz kaldı. Ormanın en yaşlısı, parmaklarının ucundaki her bir yaprağın ucu ile çok yavaşça yabancıya döndü. “İnsan” diye duyurdu. Çok azlardı bu cinsten bu evrende, ama tehlikeliydi, uyumsuzdu, kirliydi insan.
Sessizlikle bekledi, beklediler, her bir canlı ile dev... İnsan yavaşça toprağa oturdu. Kafasını ve ellerini güneşe doğru kaldırıp, yavaşça mırıldanarak gerindi ve sırtını usulca dev bedenine yasladı. Mırıldandı. Bedeninin köklerine doğru bir elini uzatıp hafifçe tuttu. Köklerinde insanın ellerindeki sıcaklığı hissetti...
-----
İnsan o sabah güne başladığında tüm enerjisi ile etrafındaki herşeye gülümsüyordu. Herkes ile konuşuyor, şakalaşıyor, gürültülü gürültülü etrafta dolaşıyordu. Yaşadığı muazzam maceranın heyecanı ve enerjisi ile hızlı hareket ediyor, hızlı düşünüyor, herşeyi görmek, herşeyi hissetmek, herşeyi duymak, her yere dokunmak, her köşeye gitmek istiyordu. Yaşadığı akıl almaz ve çıldırtıcı merak duygusunun bedenine nasıl yansıdığını şaşkınlıkla izliyordu ama  yüzünde anlamsız bir gülümseme ile sabırsızlığını kontrol etmekten çok uzak bir şekilde bu devinimden kendini uzaklaştırmıyordu.
Günün ilerleyen saatlerinde, sabahın ilk ışıkları ile birlikte hayranlık, korku, saygı, küçüklük, huzur, merak ve şaşkınlık duyguları ile dünyanın en yaşlı ormanına attığı ilk adımı düşünüyordu yürürken. Sakinleşmişti, topraktaki, havadaki bir şey sakinleştirmişti insanı. Bedeninin hafifleştiğini, ayaklarının toprağa daha dengeli bastığını, toprağın yumuşadığını hissediyordu.
Hafif hafif esen rüzgar etrafından dolandığında, kendini biraz rüzgara bıraksa aynı hafiflikte salınacağını, yavaş yavaş sağa sola esneyeceğini hayal ediyordu yürürken. Diğer insanlar uzaklaşmıştı. İnsan sesleri kalmamıştı etrafında, ansızın durdu.Durdu ve insan seslerinden ilk defa bu kadar uzakta, nefes aldı.
Insan kafasını gökyüzüne doğru kaldırdığında dünyanın en yaşlı ormanında, ormanın kendisi kadar yaşlı devi gördü, tüm yaprakları gözkyüzüne uzanmış devi. Yanına gitti usulca. Yavaşça toprağa oturdu, insan da aynı o dev gibi parmaklarını olabildiğine gökyüzüne uzattı, hafif rüzgarın bedeninin etrafından geçmesine, üzerindeki giyeceklerin içinden dolaşmasına izin verdi, hafif hafif rüzgar ile esnedi. Sonra yavaşça o dev bedene yaslandı, bıraktı varlığını, ağırlığını... Kalan enerjisi ile elini ağacın köklerinden birine doğru uzattı insan. O dev bedene bir ucundan sarılmak, tutunmak istedi sadece.Gözlerini kapadı.
En huzurlu uykularından birine doğru o dev bedenden kendi vücuduna yayılan sıcaklığı keyifle izledi...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Sudan Çıkmış Balık !

"...dışarıda güneş, insanlar, tekneler, sahilden gelen hafif cızırtılı müzik sesleri, suda debelenmeler, sudan olmayan insanların suda ayakta durma çabaları, suya atlama sesleri, rüzgarın sesi, yaklaşan gülüşmeler, tanımadığım lisanda uçan kelimeler, yüzüme sıçrayan tuzlu su damlaları, sabırsızlık, çok çok kıymetli zamandan azalan dakikalar, elimde deniz gözlüğü, şnorkel... Ve kısa süre sonra o sonsuz huzurlu suyun altı, sessizlik, düzenli bir nefes alış-veriş sesinden başka sadece renkler, su, o harika mercanlar, bahçeler, odalar, yokuşlar, çıkışlar, denizaltı halkı, mahalleli balıklar ve ben. İşte sulara sarılıp denize seni çook seviyorum dediğim, olmayan kuyruğumun sevinçten deli gibi sallandığı an! İşte balık olduğum an!..."


Suya ve muhteşem balıklara doyamadan geldim.
Şimdi, sudan çıkmış balık oldum!

Yine tatil sonrası huzursuz uyumlanma sürecini geçiriyorum. Bu kez biraz daha zor oluyor. Çünkü en sevdiğimden, sulardan ayrıldım geldim. Hem de bu dünyanın belki de en güzel sularından. Benimdi o sular! Biz de o mercan mahallelerinde tanınmaya başlamıştık, balıklar gelip gözümüzün içine içine bakıyorlardı, sarıları, mavileri, yeşilleri, pembeleri, güzelleri, çirkinleri, çavuşları, serserileri, hanımefendileri, salınanları, oynayanları, avlananları...


Sayısal çoğunlukları herşeye norm kabul eden, bu şekilde güvenlik sınırlarını oluşturan insanoğlunun aynı kural ile yarattığı "mantık" kavramı ile anlamaya ve anlamlandırmaya programlanmış olan 3 kuruşluk aklı, "mantık" sorgusu altında tanımlı tüm kurallara aykırı varoluşları gördüğü anda karıncalanma eğilimine girer. Bu şekilde proses edemeyeceği bilgiden uzaklaşmaya çalışır, tekneyi güvenli sulara çekmeye çabalar. Bu uyumsuzlukları "lezzetli" olarak kodlayan arızalı bir beynin ise her bulduğu mantık çatlağından beslenerek eğlenir. İşte bu beyinlerin zevkten çıldıracağı bir yer Sharm el-Sheikh. Kutsal toprakların ortasında tüm günahlara serbest bir alan veya tüm eğlenceler için radikal tutuculuktan kurtarılmış bir bölge. Sonsuz sarı toprakların uzandığı, sıcaktan ölmüş arazilerin kenarında su, hem de bir avuç değil koocaman bir deniz. Onca renksiz şekilsiz ruhsuz toprağın hemen yanındaki denizin altındaki akıl almaz renkler, canlılar, hareket ve zerafet. Çöl ve bozkır insanınından o sert, dayanıklı, mesafeli ve ketum tavrı beklerken karşılaşılan çöl çingeneleri ve dilencileri. Sıcaktan öleceğini düşünürken çıkan hafif serin akşam esintisi. Saatler süren çöl yolculuğu ile insanı yıldıracak derecede aynı sarı rengin ve renksizliğin arasında renkli bir kanyonda Alice'in yaşadığı şaşkınlık... Ve üzerine yapışan çölün tozunu denizde temizlemek.


Tüm kutsal kitapların en ünlü hikayelerinin geçtiği topraklarda, efsaneler ile yanyana yürümek. İkiye ayrılan kosakoca deniz, asanın yere vurulması ile çölün ortasında çıkan su, yanan çalı, Sina dağı ve o büyük kaçış... Bunca efsanenin ağırlığı ile hareket etmesini, kafalarının bir karış havada olmasını beklediğin insanların geçim sıkıntısı nedeni ile tüm karizmalarını bırakmaları ve 1 lira için dökülen diller... Çölün ortasında seyar döviz bürosu görmek. En yakın yerleşim birimine 250 km mesafede olan St. Cathrine Katedralinde kalanların hayatını hayal etmeye çalışmak. O katedralde ellerinde kameralar ile dolaşan lacivert t-shirt'lü insanların güvenlik görevlisi, o kameraların da güvenlik kamerası olduğunu öğrenmek. Sonsuz yokluğun ortasında ufacık kum evlerden oluşan köylerin yanından geçmek ve içlerindeki hayatı hayal bile edememek.


Tüm muhteşem çelişkileri ve inanılmaz güzelliklerinin yanında kahkahalarla, keyifle, huzurla, eğlenceyle, heyecanla, merakla, sevinçle, doya doya geçirdiğimiz 8 günün tadı hiçbirşeyle değişilmez...

Şimdi yenisini hayal ediyoruz. Bu kez şarabımızla gün doğumuna...

22 Ağustos 2010 Pazar

Gitmek !

En sevimli fiil değil mi ! Arkasını doldur doldurabildiğin kadar, uzat uzatabildiğin kadar. Yine huzursuz günler yaşıyordum. Hani dursan duramazsın, gitsen tutarlar, tutanı ısırmak istersin, ısırsan bir yere kapatacaklar, sonra kapattıkları yerleri kırmak istersin, dışına büyüyemeyen içine büyür ya, sonunda da patlar... İşte öyle. Velhasıl tehlikeli zamanlardır. Bu gibi durumlarda Edip Canseverin dizelerini geçiririm içimden bazen, "yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz / Elimi suya uzatıyorum siz misiniz / Siz misiniz belki de hiç konuşmuyorum / Belki de kim diye sorsalar beni / Güneşe çarşıya kadehe uzatacağım ellerimi / Belki de alıp başımı gideceğim / Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin / Hüzünle karışık bir ağrısı"... Sonra derim ki kendime ne ağrısı ya ! Olur mu hiç gitmenin ağrısı hem de hüzünle karışık falan, olsa olsa heyecandan midemde hafif bir karıncalanma, o da dünya tatlısı !

"Hani derler ya nereye gitsen kafan seninle gelir, ne çare". Ne alıklık değil mi ? Kafamla birlikte gitmekten güzeli, bir de en sevdiklerimle gitmektir ancak. Severim kafamı ben, niye kaçayım ki ! Değil mi ama. Hem en sevdiğim hasta ruhlardan biri olan Nietzsche de dememiş mi "öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan, anladım."
...............

"...kesik kesik nefes alan biri vardı yanında, koluna değen bir ten vardı, sıcaktı, nemliydi, ama soğuktu da sanki, uyuyordu, uyuyor gibi yapıyordu. Uyansa sanki bir şeyler olacaktı. Tekrar hissizliğe doğru kaymaya başlamıştı. İçindeki alarm hissini bir türlü yok edemiyordu. Bir yanı o alarmı çalıştırırken diğer yanı sanki susturmak için can yakıcı önlemler alıyordu. Bu kez direnecekti, bir kez daha bu noktaya gelmek için aylar geçecekti. Bu fırsatın kaçırılmaması gerekiyordu. Ama sanki gitgide uzaklaşıyordu. Tutunup uyanmalıydı.

Gözlerini açıyor. Anında o çarpıcı keskin acıyı hissediyor. Hemen etrafını kontrol ediyor. Kollarından bir yere bağlı. Hissettiği kesik kesik nefesin kendisine ait olduğunu anlıyor, koluna değen bir ten yok aslında, nem ise hafif hafif kolundan akan kanın demire bulaşmasından. Kan tutuyor biraz. Canı acıyor ama kırılması lazım, kaçması lazım. Tüm gücü ile kolunu demirden ayırmak için çekiyor. Bileğindeki keskin acıdan bileğini kırmış olduğunu anlıyor ama elini kurtarıyor. Evet kaçmanın, bu toplumdan kendini kurtarmanın bir bedeli olacaktı tabii ki. Kırık bileği ve kolundan akan kanla aralık kapıdan dışarı fırlıyor. Sapsarı buğdayların olduğu bir tarla var önünde. Uçsuz bucaksız. Ne yöne baksa sapsarı, ışıl ışıl. Güneş heryerde sanki. Heryerden yansıması, şaşkına çeviriyor kadını. Nasıl bu noktaya vardığını düşünüyor. Evet. Arkasına baksa belki görecek ama içinde bir sızı. Biliyor. Arkasında boşluk ve insanlar kalabalığı, aynı olan insanlar, ortalama yaşamlar, aynı boşluk. Boşluklar yaratarak ilerliyor. Varlıkları yok mu ediyorum acaba diye düşünüyor. Sadece yer açıyorum diye geçiriyor içinden. Ya önümdeki sağımdaki solumdaki bu uçsuz bucaksız buğday tarlası diye sorguluyor kendini. Düşünmeye boşveriyor. Koş kızım diyor kendi kendine. Bak tam istediğin gibi. Koş. Koşuyor kadın. Deli gibi. Gülüyor. Ağlıyor. Yine gülüyor. Ama koşuyor. Bir yerlerinden kan akıyor ama artık aldırmıyor, ot falandır, koşarken kesmiştir biryerlerimi diye düşünüyor. Veya o toplum insanlarının yaptığı kesiklerdir. Olsun diyor kan da güzel parlar güneşte. Hem kontrast olur yeşillerle. Kırmızı. Yeşil. Sarı. Turuncu. Derken. Düşerken buluyor kendini. Tarlanın bir yerlerindeki, üstü açık bir kuyuya düştüğünü düşünüyor düşerken. Daha da bir sürü şey düşünecek vakti olduğunu da hissediyor düşerken. Düşüşün uzun olduğunu biliyor bir şekilde. Rahatlıyor. Rahat rahat düşüyor. Bir de yıldızlar olsa diyor içinden. Etrafımda. Ben düşerken onlar göğe yerlerine yerleşse diyor. Düşüyor. Nasıl da rahat. Sonra çarpmanın nasıl olacağını düşünüyor, yerçekim kanunlarını hatırlamalıyım sanırım diye içinden hafifçe geçiriyor. Ne kadar uzun düşersem o kadar şiddetle mi çarpardım acaba diyor ama duyacak kimsenin olmadığını bilmenin mutluluğunu da hissediyor. Vücudunu kasıp hazırlanıyor. Artık gerçekten "gidebiliyor". Sonunda ortalama hayatlardan kurtulmanın tehlikesine doğru gidebiliyor........"
...............

Bir çalışma grubu ile çalışmanın tam ortasında paralel bir zaman açılıyor ve bunlar yaşanıyor. Çalışma grubuna "başlangıçta kaos vardı" demek geliyor içimden bazen. Hani bir desem ne diyecekler veya nasıl "haa ?" diyerek kalakalacaklar çok merak ediyorum ! Haahhaaa ! Eğlenebilirim bile.

Başlangıçta kaos vardı. Tanrılar kaosu yarattı. Yaratıklar yolunu buldu. Yollarını bulabilmek için hareket ettiler. Çook hareket ettiler. Dursalardı. Gitmeselerdi. Kaos baki kalacaktı. Neymiş durmamak lazımmış.

Eveet ! Tüm bu tehlikeli zamanların tam ortasında güneş gibi yeni bir destinasyon yetişti ruhuma ! İlaç niyetine !

Gidiyoruz. 5 gün kaldı sadece. 5 gün sonra şuradayım. Dağların tepesi ve evim dışında bu hayatta en rahat olduğum yerde, sularda olacağım !


19 Haziran 2010 Cumartesi

Toplantı, Laplace, Olasılık, Schrödinger ve Zaman

Bu sıralar pek çok gün olduğu gibi dün de 7 toplantım vardı. Ara vermeksizin. Öyle olunca toplantılar yaşam alanına dönüyor. Bedenimi kurtaramasam bile ruhumu kurtarmak için sayısız maymunluk yapmam gerekiyor. Yine böyle bir sıkıntıdan can verme anında masanın etrafındakileri incelerken birinin kolundaki dövme dikkatimi çekti. Bozuk gözlerimle o mesafeyi göremiyordum. Ama görmem lazımdı, çünkü o dövme toplantının kalan kısmında kafamı meşgûl edecek oyuncak olabilirdi. Toplantılarda kalkıp dolaşmama alışık olan insanlar da değillerdi, başka bir klandı bunlar. Çay termoslarının durduğu masa o taraftaydı, ama yine de yeterli yakınlıkta değildi. Adım adım dedim kendime ve çay doldurmaya gittim. Sonra bir mucize oldu ve o dövmeli insan da çay doldurmaya geldi. Ve evet "Velle est posse" yazıyordu kolunda. Öğrenmiş olmanın ufak mutluluğu ile yerime geçtim. Çayı da sanırım orada bıraktım. Zaten önemli de değildi. "Velle est posse" (To be willing is to be able- İstemek mümkün kılmaktır olarak tercüme edilebilir.)
Bir müddet dövmeli insanı seyrettim. İçimde de bir yandan "Non omnia possumus omnes" (Genellikle "Herkes herşeyi yapamaz" diye çevrilse de aslında "Herkes herşeyi yapmaya muktedir değildir" olarak çevirmek daha doğrudur. Bu iki cümle arasındaki ufak farklılık ayrıca düşünülmeli... ) cümlesi dönmeye başladı buna karşılık. Acaba bir kağıda yazıp versem dövmeli insana ne düşünür diye hafif bir gülümseme ile düşündüm ama vazgeçtim. Koluna bu cümleyi yazacak kadar inanmışsa dokunmamalı diye düşünmeye çalıştım. Ama bunu sarsmak için hamle yapmak da çok heyecanlı olacaktı. Ve iyilik kazandı. Dokunmadım.
Laplace's Demon'ı düşünmeye başladım. Ne ilgisi var sorusu yanlış. Pekala ilgisi var. Laplace'in Şeytanı teorisi şunu iddia eder: "Bir harekete etki edecek tüm değişkenler bilinirse ve doğru hesaplanırsa o hareketin sonucu kesin bir şekilde bilinebilir. Değişkenlerin hesaplanabilme başarısının oranı ise o hareketin sonucunu bilme olasılığını verir." Mesela zar atıyorum diyelim, eğer zarın ağırlığını, bu ağırlığın her yüzeyine dağılış oranını, atarken verdiğim ivmeyi, çarpma etkisini, çarptığı yerin sertliğini, varsa hava akımını vs vs vs vs herşeyi hesaplarsam zarın kaç geleceğini kesinlikle bilebilirim. Ve eğer bunu bilebiliyorsam bu hesaplamayı zar ile istediğim sayıyı atabilmek üzere de kullanabilirim. Ve bu aslında "Velle est posse"yi çok da yalancı kılmaz. Ama "Non omnia possumus omnes"'i de yanlış kılmaz. Çünkü bu hesaplamayı da çok fazla yapabilecek adam yoktur zaten, ki bu yüzden bu teori "şeytan" adını almıştır. (Aslında bu adı Laplace'in teorisini şu cümlelerle açıklamasından dolayı almıştı: "Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir")
Gelgelelim ki modern fizik bu teoriyi öyle pek tutmadı çünkü Heisenberg diye bir bilimadamı doğada partikülerin konumu yada hızı kesin olarak bilinemez dedi. Partiküllerin üzerine ışık tutup konumunu belirleyebiliyordu ama ışıkla partikülün kesiştiği noktadan önce partikülün hızının ne olduğunu bilemiyordu. Dolayısı ile bir belirsizlik vardı. Laplace Demon teorisinin dediği gibi herşey öyle pek kesin olamıyordu.
Diğer yandan Schrödinger aynı soruyu farklı bir felsefi soru ile sorguluyordu ki bu teorinin başrolünde kedi olması biraz can sıkıcı, hani tüm deneyler fare ile yapılırdı. Neyse... Teori için gerekli malzemeler şöyle:
Bir kutu
Bir kedi
bir şişe
siyanür gazı
çekiç
çekici tetikleyecek bir mekanizma (kutu kapağı)
Teori ise şöyle çalışıyor:
Kediyi kutuya koyuyor, siyanürü şişenin içine, çekici kapak açılınca şişeyi kırabilecek bir noktaya yerleştiriyor. Kutunun kapağı kapalı, kutu açılıncaya kadar kedi hem canlıdır, hem ölüdür. Her iki olasılık da gerçektir. Kapak açılırsa, çekiç siyanürlü şişeyi kırar kedi ölür. Bir ihtimal gerçekleşir. Ama kapak açılına kadar "kesinlik" yoktur.

Kesinlik yok ise istediğin kadar hesapla, çabala veya "iste", beklediğin sonuca gidemeyebilirsin. "Velle est posse" yalan olur.

Kesinlik konusunu çürütmek için çok çok ağırlığı olan başka bir kanunun da yenilip yutulması gerekiyordu. Temodinamiğin ikinci yasası diyordu ki "Enerji çok yoğun olduğu ortamdan daha az enerji yoğunluğu bulunan ortamlara akma eğilimindedir." Bu teoriyi kanıtlayan yüzlerce şey de vardı zaten... (Ben hala inanıyorum buna!) Bu teori zamanın tek yönlü akışını da açıklıyordu. Sıcağın her zaman soğuğa doğru hareket etmesi gibi. Sonra Maxwell insanı gaz tüpleri ile yaptığı deneylerle bu "kesinliğin" aslında kesinlik değil "yüksek olasılık" olduğunu kanıtladı ve bilimadamı olan her insanoğlu aynı soruda kilitlendi kaldı "e peki o zaman, "zaman"ında mı tek yönlü hareketi mutlak değil?"

Bu kilit noktası hala pek çözülmüş değil, zamanın bükülmesi, katlanması, esnemesi, kaos teorileri vs vs vs uçuşuyor.

Kesinlik yoksa "Non omnia possumus omnes" daha olasıdır.

Bu arada ya birisi bir gün tüm iletişim kanallarından tüm dünyaya şu duyuruyu yapsa "Ey insanoğlu çok üzgünüz zamanı kaybettik. Artık "zaman" yok." ne olur acaba diye düşünmeye başladığımda çok şükür toplantı bitti.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Hong Kong...

Gitmek en güzeli ama dönmek de keyifli, diyerek ruhuma huzur vermeliyim...

Hong Kong tüm çelişkilerin mutlulukla yaşadığı bir şehir, şu ana kadar gördüklerime hiç benzemeyen, çelişkileri ile barışık, hafif uçuk, saygılı, zengin, alçakgönüllü, şık, farklılıkları ile mutlu ve eğlenmeyi seven bir şehir. Şahsına munhasır bir şehir.


Kimi binalar legoları üstüste düzensizce yığmış bir çocuğun elinden çıkmış gibi, hani tek katlı olsa insanın "gecekondu" demek gelecek içinden ama onlarca katlı, onlarca bloktan oluşan içinde binlerce minik dairenin yer aldığı binalar, başlı başına bir mahalle olan binalar.


Yanında dünyanın tüm ticaret hacmini elinde bulunduran ilk beş şirketin pırıl pırıl yüz katlı plazaları.


Aralarda Çin mahalleleri, limanın yanında balıkçı tersaneleri. Dev gökdelenlerin arkasında yağmur ormanları, dağlar. Şehrin ara sokaklarında botanik bahçeleri, özenle düzenlenmiş Japon bahçeleri, parklar, havuzlar, spor alanları. Hemen diğer tarafında barlar, sabaha kadar enerjisini akıtamayan gece hayatı. Işıl ışıl sokaklar. Durmaksızın ışıkları yanan, dünyanın heryerine hizmet veren ve dünyanın tüm saat farklarında eş zamanlı yaşayan çokuluslu ticari şirketlerin 24 saat çalışan insanları. Diğer taraftan parkların koşu alanlarında koşu yapan tapınak rahipleri, chi'si iyi olan alanlarda durmuş Tai-chi yapan insanlar...

Şehirden 10 dakika uzaklıkta doğal hayatı ve doğası bozulmamış hala eski kültürün yaşanmaya devam ettiği ufak adalar, adacıklar...


Sokak tezgahlarında kesilmiş, soyulmuş, kurutulmuş ve şekerlenmiş ördekler, tavuklar, pastırmalar. Arkasında dünyanın en yüksek binalarından birinin 118'inci katında ana yemeğin en az 300 Dolar olduğu şehrin "hafif" kalburüstü restorantlarından biri. Yanındaki parkta yemeğini almış, birasını almış arkadaşları ile keyifli bir sohbet eşliğinde güle oynaya yemeklerini yiyen insanlar. Sokak aralarında aileler tarafından işletilen ve muhtelemen kuşaklar boyudur işletilen çin büfeleri, önlerinde ufacık sandalyeleri ve masalarında onlarca çeşit deniz ürünü.

Kimisi dağların üzerinde, kimisi şehrin arasında muhteşem tapınakları...
Tüm bu şehir hayatına rağmen Budizm'in yaşam biçimine tüm koyuluğu ile yansıyabildiği, insanların "saygı" ile var olup yaşayabildiği ve batılıların da sanıyorum zorunluluk ile uyum sağladığı, tüm gürültüsünün arasında tuhaf bir biçimde huzurlu, tüm metropollüğünün yanında yine tuhaf bir biçimde güvenli bir şehir...


Çelişkileri, güzellikleri, sürprizleri, yoğunluğu, insanları, havası, doğası, yemekleri ve herşeyi ile Hong Kong bize çok iyi davrandı, çok nazik ve duyarlı bir evsahibiydi.

Hong Kong yaşanılası ve hatta yaşarken gönül rahatlığı ile aşık olunası heyecanlı bir şehir.

".....Ayaklarının nereye gittiğinden habersizdi, gözleri o anda görmesi için komutlanmış şeylerden çok uzak ayrıntıları, keyifli ışıkları yakalamak ile meşguldu. Bu meşguliyete engel olması gereken kafası ise ayaklarının gittiği yerden ziyade gökyüzüne çevrilmek istiyordu, güneşe doğru bakmak, sarı ışıkları derin bir nefesle içine çekmek istiyordu. Ayakları kum tanelerini arıyordu, bulsa parmaklarını kumların arasına gömecek ve denizin yumuşak dalgalarının gelmesini bekleyecekti. İçine çektiği nefeslerde binbir ayrı heyecanın kokusunu almayı ve kulaklarını en güzel ritimlerle ile doldurup tüm sesleri yok saymayı hayal ediyordu. Tüm bedeni ile 'gitmek' istiyordu. Gideceği kesindi, bedeni bu kadar isterken... Döneceği ile ilgili ise kısacık bir bilinmezlik vardı, kısacık, tatlı ve baştan çıkarıcı....."