29 Kasım 2009 Pazar

Nerede o eski bayramlar azizim!

Hı? Nerede ? Var mı ki öyle bir şey? Yani eskiden bayramlar muhteşemdi, nitelikliydi, geleneklere adetlere gark olunuyordu ve yaşanan o huşu bir sonraki bayrama kadar pek özleniyordu, öyle mi? Hiç sanmıyorum. Bayramlar kadar mutluluk ve manevi birikim yönünden şişirilmiş sahte bir "özel" gün daha var mı bilemiyorum... (Belki evlilik yıldönümleri buna bir örnek daha olabilir)... Artık "O eski bayramlar... " ile başlayacak cümleleri kurabilecek yaşa geldiğime göre başlayayım bari değil mi? Yeni nesillere birilerinin de doğruyu söylemesi lazım;

Evladım, eski ile bugün arasında hiç bir fark yok, eskiden de ellerini yıkayıp yıkamadığına emin olamadığın bir sürü insanın elini öpüyordun, bugün de. O zamanlar da birileri yanaklarını sıkmaya çalışırdı. Eskiden de her çaldığın kapıdan para çıkmazdı. Hatta kapıya gelen çocuk ile misafirliğe gelenlere verilecek şekerin bile kalitesi farklı olurdu bazen. Yine bayramlıklarını akşama kadar maymuna çevirdiğin için fırça yerdin. Yine bir sürü büyük insan hiç hoşlanmadığın halde saçlarını karıştırırdı. Yine bir odada oturan kişi sayısı kadar "sen nasılsın evladım?" sorusu sorulurdu ve hepsine de aynı cevabı verirdin. "İyiyim teyze saolun", "iyiyim bilmem kim, teşekkür ederim". Veya o anlık "salak" olmayı seçer ayaklarına bakan mal bir çocuk olurdun ki en akıllıca hareketti bu aslında. Bayram gezmelerinden yaşanan baygınlıklar ve anne-baba kavgaları o zaman da vardı. Bayramdan önceki günün sabahında da banyo yapmış olsan, arife gününün akşamı bayram banyosu yapılmak zorundaydı.

Bayramlar çocukların salak neşesinden başka birşey olmazdı aslında, o neşe de çocukların salıverilmelerinden sonra sokakta başlardı. Zaten iki şeker, iki kuruş ile kandırılmış çocuk bayram olmasa da o günü bayram gibi yaşar. Aman çocuklarımız pek bir şendi, masalının maliyeti de 2 şeker 2 kuruştur bu durumda.

Şimdi "nerede o eski bayramlar" diyen büyüklerimiz de aslında bu ilüzyonu yaşatmakla mükellef atalar oldukları için bu cümleyi kurarlar. Orta halli her aile için bayramın gelmesi bir stres ortamı mutlaka yaratmıştır, yaratır. Çünkü elalem lafın suyunu çıkarmasın diye en azından çocuklara ayakkabı almak gerekir, giyecekler belki dikilebilir ama dikilemezse de alınması gerekir. Evde bir şekerdi, çikolataydı olması mutlaka gereklidir gelenler için. Gelen akraba çocukları için de ufak tefek hediyeler veya para ayarlanması lazımdır. Neresinden baksan ev ekonomisini sarsan birşeydir bayram. Ve bugün "ahh ahh nerede o eski bayramlar" diyenler o günleri hatırlamazlar, bugün bunları yaşayan aileleri umursamazlar, o bayramın köpürtülmüş sahteliğinin sönmemesine uğraşırlar.

Velhasıl o eski bayramlar, tam da buradadır bir yere gitmiş değildir.

Kurban Bayramları ise tamamen ayrı bir soğukkanlılıkla yazılması gereken, insanın içindeki "kafa atma" duygusunu sürekli açığa çıkaran olaylara konukluk eden "özel" günlerdendir. Ayrıca "kurban" etmek olayında bayram edecek bir durum da yoktur. Dini görevini yapan da ağırbaşlılıkla adam gibi yapsın, dininin istediği sosyal adalete hizmet etmeyi becerebilsin bari de onca katledilen hayvan boşuna ziyan olmasınlar!

Diğer taraftan bayramların tatil olması iyi bir şeydir.

29 Ekim 2009 Perşembe

Kafes!

"...Sırtını sıkı sıkı dayadığı yerden yüzüne yapış yapış düşmüş yağlı, pislik içindeki saçlarının arasından simsiyah gözleri ile etrafını izliyordu. Sakindi. Sakin gözüküyordu. İnce ince ama sık soluk alması aslında gözüktüğü kadar sakin olmayabileceğinin işaretiydi ama kimsenin işaretlerle ilgilenelecek isteği, isteği olsa da kapasitesi yoktu zaten. Herkes parmaklıklara belli mesafede durmuş, yaklaşmaya çekinerek saçlar arasından gözüken simsiyah gözlere bakıyorlardı. Yere yapışmış tırnaklara, yay gibi gerilmiş kaslara... Sırtını dayadığı parmaklıların ardında kimse olmadığını biliyordu, olanların hepsi karşısındaydı. Ateş gibi büyüyordu, saldırmak için yavaş yavaş büyüyordu... Ama saldıramazdı. Ne kadar da çok, ne kadar da ölesiye istese saldıramazdı. Parmaklıklar keserdi. Ulaşamazdı. Isıramazdı. Tırmalayamazdı. Parçalayamazdı....."

Çözüm olmadığını bilerek çözüm olur umuduyla konuşmak, çabalamak, dinletmeye çalışmak, tekrar denemek, tekrar tekrar denemek, saldırmak. Öfke. Isıramamak. Tırmalayamamak.. Etrafımızda demir parmaklıklardan çok daha güçlü bir şey var. Çarptığımız zaman çok daha fazla hasara sebep olan. Kıramadıkça daha saldırganlaştıran.

Sakin olmak lazım. Doğru anı beklemek lazım. Yüzbinlerce derin nefes almak lazım... 10'a kadar değil sonsuza kadar saymak lazım.

Aklıma filler geldi. Ne güzel hayvanlar. Ne kadar cömert, bağlı, prensipli, kindar, sevecen, akıllı ve güçlü. Ama ne yazık ki alışkanlıklarına ve öğretilere en bağlı varlık.

Bu güzel dev Malezyadaki kampımızdaki genç fillerden biriydi. Ayaklarına bağlı olan zincirler cüsselerine göre çok ince, onları tutacak kadar kalın değiller aslında. Ama öyle eğitilmişler. Daha bebekken çok çok kalın zincirlerle bağlanıyorlarmış. Her koparmaya çalıştıklarında kopramadıklarını görüyorlar ve ayaklarına bağlı olan o şeylerin "koparılamaz" olduğuna ikna oluyorlar. Büyüdüklerinde ise tonlarca olduklarında bile ayaklarında ip kalınlığında bir zincir olsa bile koparmaya çalışmıyorlar...

Sakin olmak lazım. Doğru anı beklemek lazım. Yüzbinlerce derin nefes almak lazım... 10'a kadar değil sonsuza kadar saymak lazım. Ve güçlü olmak lazım. Sabırlı sabırlı çalışmak lazım... Ayağımızdan bağlı olduğumuz şeylerin "koparılabilir" olduğunu bildiğimizi tam da tüm şartların kusursuz bir araya gelmesi noktasına kadar saklamak lazım...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Sigara İçmemek...

7 ayda sigara içerek sigarayı bıraktım sonunda!

Mart ayında falan kesinlikle sigara içmeyi çok çok seviyordum hala.

Nisan veya Mayıs ayları içindeydi sanırım, önümüzdeki yıllarda sigarayı bırakmaya karar vermeye karar verdim.

Haziran ayı içinde tatile giderken belirsiz bir zaman sonra sigarayı bırakmaya karar verdim.

Temmuz, Ağustos aylarında kararlarımdan vazgeçtim zaten karar bile sayılmazlardı, sigara içmeyi keyifli bulmaya devam ettim. Hatta çok sevdiğim arkadaşımla biralarımızı içerken, arkadaşım sigarayı bırakmak için aksiyon planlarını anlatırken, ben hiç de öyle sigarayı bırakmak gibi aşırı düşüncelerim olmadığını söylemiştim...

Eylül ayında spor antrenmanlarımı düzensiz olmaktan kurtarıp, düzenli hale getirdim. Çünkü hem kondisyon hem teknik kaybediyordum. İkinci veya üçüncü antrenmanımın sonunda nefesim kesilip yerde yüzükoyun yatarken ve nefessizlikten rezil bir şekilde ağzımın suyu akarken, tekrar düşündüm ve sigarayı bırakmaya karar vermeye değil, sigarayı hemen o anda pat diye bırakmaya karar verdim.

Ertesi gün pat diye sigara içmemeye başladım. Evet ben artık sigara içmiyorum. 15 gün oldu neredeyse, 1 kere bile yokluğunu hissetmedim. Kilo da almıyorum, deli gibi spor yapıyorum. Ve sigara içmeden yaşamayı pek sevdim. Bir hayli iş yükü yaratıyormuş meğerse sigara içmek. Her sigara içmek için 5 dk zaman ayırsam, günde 15 sigara içsem 1 saatten fazla zaman ayırmak lazım, düzenli olarak sigara satın almak lazım, gidecein, yemek yiyeceğin yerleri ona göre düşünmen lazım vs vs. Bir de tonlarca para harcaman lazım.

Sigara içmeyerek mesela, seneye 1 büyük tatil yerine 2 büyük tatil yapabileceğim. Dünyanın 2 ayrı ucuna gitmek için param olabilecek. Bonus bonus bonus!

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Dere otu, maydanoz, nane ve hayatın anlamı üzerine...

Başlık kısmına "Maydanoz" yazarken daha önce ne kadar az "Maydanoz" yazmış olduğumu farkettim. En çok yazılı iletişimi iş yerinde gerçekleştirdiğime göre ve işim otla b.kla olmadığına göre bu gayet de normalmiş aslında. Ayrıca doğru yazıp yazmadığımdan emin olamadım ve TDK'ya gittim baktım, doğru yazmışım. Aynı yerde bu otun Umbelliferae familyasından olduğu yazıyordu, merak ettim bir de bu neymiş diye baktım. Maydanoz nevi otların aile adıymış, ilgimi çekmedi bıraktım. Sonra bu kelimenin aslı pek çok kelimenin atası olan Rumcadan geliyormuş, yani biraz daha geriye doğru gidince latince işte. "Mayntanos"... Bir de kamfor diye bir doğal kimyasal içeriyormuş ki bu da cilde feci bir tazelik getirirmiş. Off kendimden sıkıldım valla. Bana ne ki, ne merak ediyorsun!

Akşam dokuz sıralarında işten geldikten sonra bir demet maydanoz, bir demet dere otu, bir demet taze soğan, bir demet nane, bir kilo bezelye ve bir kilo taze fasülye ayıklarken hayatın anlamı üzerine düşündüm, genişçe, yavaş yavaş, enine boyuna, sanki o dere otlarına bakarken, bezelyeler kabuklarından zıplayıp yerde bir şeylerin altına yok olmaya doğru giderlerken ilk defa düşünüyormuşum gibi...

Ve evet hayatın bir anlamı yok. Biyolojik bir beden, bedeni çalıştıran bir mekanizma, beyin denen bu mekanizmanın iç tarafını kaplayan sinir lifleri, sinir liflerinin ucundaki sinir iletkenleri ve aslında emir taşıyıcılar tam da bunlar, kimbilir belki de ruh diye birşey de vardır bir yerlerden bağlı. İşte o kadar. Bu sistem acıkma emrini vermek zorunda ki sistemi ayakta tutacak yakıtı sağlayabilsin, acıkma emrini alınca yiyecek bulmak lazım, ya ekeceksin bekleyeceksin ki çıksın topraktan, ya da gidip satın alacaksın, satın almak için devrimizde takas usulu kalmadığı için çalışacaksın, çalışınca daha çok acıkacaksın, daha çok yakıt için daha çok çalışacaksın... Bu kadar... Bu mekanizmanın ayakta kalması hayatın tek anlamı işte.

Diğer herşey yan sanayi, bonus (ki ben ölürüm onlar için, gerçi lezzetli bir yemek için de ölürüm ya neyse)... İktisatçılar yıllar önce yırtmışlar kendilerini hayat bu kadar basit arkadaşlar yormayın kendinizi diye. O romantik felsefeler, varlık bilimleri, içsel döngüler, derin hesaplaşmalar, vicdan haritaları falan da bildiğimiz "hikaye"...

Ayıkladığım dere otu, maydanoz, nane, taze soğan, taze fasulye ve bezelyelere daha bir sevgi ile baktım bu ermişlik halinden sonra, canlarım onlar benim.

Bu varsayımı temel aldığımda, benim durumum bu varsayımın tam karşı köşesinde. Yine en olmadık yerde. Bu hayatın bonusları için, bu hayatın yan sanayisi için yaşadığımı düşününce, bu amaca bedenime yakıt sağlamak suretiyle dolaylı olarak hizmet ediyor olduklarından ilk başladığımda kafalarını koparır gibi kopardığım yapraklarını daha bir şefkatle yolmaya başladım. Zamanı geldiğinde de şefkatle yiyeceğim onları ve gelecekteki ilk tatilimde saygı ile anacağım.

Ne demiş "Quidquid latine dictum sit, altum viditur", bu değil tabii ki... Bu latincenin belki de haklı ukalalığını anlatan pek güzel bir cümle. "Latince edilen kelam kulağa pek derin, havalı gelir" minvalinde... Ama söyleyeceğim bu değildi, şuydu "Nosce Te Ipsum" veya "Temet Nosce"... Bir kaç demet bana kendimi bildirdi diyebilir miyim? Şu çıkarımla hayatıma devam edebilir miyim mesela "Ve aslında insan biyolojik bir varlıktan ibarettir ve yaşadıkları, yaşayacakları, yaşama ihtimalleri olan her varyasyon aslında yaşanmıştır, yaşanıyordur veya yaşancaktır, dolayısı ile insan varlığı aslında bin değil, birdir, özel değildir geneldir. Ve fakat bazı insan varlıkları vardır ki hedefi şaşırmış hayatın oyuncakları ile eğlenmektedir, karanlıkları ile heyecanlanmaktadır, tüm pırıltılarının peşinden koşmaktadır, ayak izlerini diğerlerinin izlerinden götürmemekte inat etmektedir, ve muhtemelen sağlam bir çelme yiyecektir"

Keşke bu kadar kolay olsa da ne olduğumu anlayıp bir huzur bulsak...

Buraya kadar tüm yazılanlar oyundu...

Tamam şimdi ciddi bir şey söyleyeceğim; "Ve aslında kendinden en çok korkan, en çok kendini bilendir"

12 Temmuz 2009 Pazar

.

Niye orada olduğunu bilmeden oturuyor. Sinirli olması gerekir ama sanki rahatlamış gibi, bir yandan da rahatlamış olmanın vicdanına verdiği ağırlığı sorguluyor, sorgularken dokunmaması gereken yerlerden uzak durmaya çalışıyor, o çizgelere basmaması gerekiyor, tuzakları biliyor, bilerek ve çok dikkatli olarak yaşaş yavaş ilerlemeye çalışıyor, kucağında birlştirdiği ellerinin hafifçe titremesinden tehlikede olduğunu anlıyor ama tehtidin tadındaki o yumuşak ve insanın damağında daha fazlasını istetecek aromayı hayal ediyor, gülümsüyor.

Köşede kendini karanlığa saklamaya çalışan adam koca bedenini iki duvarın arasındaki gölgeliğe sığdırmaya çalışıyor, olmuyor, küçülmeye çalışıyor. Bir yandan da ellerini kucağında kavuşturmuş oturan kadını seyrediyor, inceliyor, kendi niye orada olduğunu bilmediği için ipucunu kadında arıyor. Kadın konuşmuyor, iri gözleri kucağında kavuşturduğu ellerinin üzerinden bir noktaya bakıyor. Adam da o noktaya bakıyor, ama görebilecği hiçbirşey yok. Kediler böyle yapar diye düşünüyor adam, hiçbirşey olmayan bir noktaya orada birşey olduğundan emin bir ifadeyle bakarlar ve aslında orada mutlaka birşey vardır. Kadının siyah gözlerindeki ışık hafif karanlıkta bile belli olabiliyor diye içinden geçiriyor adam... Ansızın kadının gözlerindeki ışığın dalgalanmaya başladığını görüyor, doğaüstü bir şekilde ışık gözlerinin içine doğru çekiliyor veya karanlık dışarı taşıyor... Adam iki duvarın gölgesine daha da sıkışmaya çalışıyor.

Kadın gülümsüyor, gülümsediğinin farkında olmadan. Daha birkaç saat önce işinden çıkmıştı, yolda her zamanki gibi hızlı hızlı yürüyerek minibüs durağına gitmeye çalışıyordu. Bir günü daha atlattığı için mutluydu. Üstelik minibüste de kimseler yoktu... Anlaşılmadan bu günü de atlattığı için kendi kendini kutluyordu. Bu sosyal oyunun bir parçası olarak performans gösterebildiği için, farkedilmediği için. Sonunda evine kaçabilme zamanı gelmişti. Fakat sonra bir anda kendisini bu odada buluvermişti. Odada olmak yakalandığı anlamına geliyordu aslında. Ve dolayısı ile sinirli olması gerekirken sanki rahatlamıştı... Bu sosyal oyunun denetçileri zaten çok yakında fark edeceklerdi. Bu düşüncelerden sıyrılıp kendi içinden büyüyen tehdite yoğunlaşması gerekiyordu ama karşı duvarın gölgesine sığınmış adam dikkatini dağıttı, dikkatinin dağılması ensesinin üst kısmında keskin bir acıya sebep olduğunda hatasını anladı. Yanlış çizgiye basmıştı vicadınına gizlice eziyet ederken işte, yanlış çizgiye basmıştı. İçinden yükselen korkuyu bastırmaya çalışmak için tırnaklarını gizlice avucunun içine bastırdı, bedendeki bir acı durumunda beynin bedenin tüm fonksiyonunu, tüm askerlerini oraya yönlendireceğini biliyordu. Böylece “korku” için enerji kaynağı kalmayacaktı. Bunu çok küçükken öğrenmişti. Beğenmediğin bir acıyı veya duyguyu kendi tercih ettiğinle değiştirdiğin anda seçilmiş acıyı yaşama özgürlüğünü kendisine vermiş oluyordu ki aslında bu tıpta ismini hatırlayamadığı bir psikiyatrik hastalığa işaret ediyordu, hiç de umurunda değildi zaten.

Adam kadının ellerinden sızan kan damlalarını izliyordu, kadının farkında olmadığı. Ama adam kadının kendisinden daha fazla şey bildiği konusunda emindi, özellikle niye bu odada oldukları konusunda. Bu konuda hiçbir açıklaması olmayan adam en son arkadaşları ile evinde toplanmış bir şarap açmışlardı. Sevgilisinin hırçınlıklarından bıktığı ve kendini ondan kaçırmak istediği anda arkadaşları aramışlardı. Arkadaşları ile şaraplarını içerken Noir Desir çalıyordu, pürüzsüz bir Fransızca ile “herşey yok olacak ama rüzgar bizi taşıyacak” sözleri bir anda dikkatini çekmişti. Fransızcayı hiç sevmediği gibi Noir Desir’in söylediği tarzda müziklerden de hiç hoşlanmazdı. Şarkının sözlerini dinliyordu. Sokağa çıkmaya ihtiyacı vardı. Denize ihtiyacı vardı, suya anlatması gerekiyordu birşeyler, su alıp taşıyıp götürecekti nasıl olsa. En son sokağa çıkmıştı. Fakat sonra bir anda bu odadaydı işte...

Kadın “herşey yok olacak ama rüzgar bizi taşıyacak” sözleri ile irkildi ve avucunda biriken kan damlalarını gördüğünde içinde taşıdığı korkunun ne kadar büyük olduğunu o an fark etti, o anda korkmuyordu ama ne kadar acıya mal olmuştu, işte bedeli kadar büyüktü demek ki.

Kapı açıldı, ellerinde fenerleri ile gürültülü gürültülü konuşan adamlar hızlı adımlarla içeri girdiler, ellerindeki fenerlerle defalarca kadına ve adama baktılar, sözleri anlaşılmıyordu, ne kadın ne adam cevap veremiyorlardı. Kollarından çekilerek kaldırılmaya çalışan adam ve kadın birbirlerine bakmaya çalışıyorlardı. Umutsuzca. Kadın ellerini açamıyordu, kanları yer aksın istemiyordu, adam ise güvenli gölgesini bırakmak istemiyordu.

Ellerinde fenerler olan gürültücü adamlar kadın ve adamı aldılar. Ve birbirlerini bir daha görmediler.

Ertesi gün gazeteler korkunç minibüs kazasından kurtulan 2 kişinin haberlerini büyük gürültüyle anlatmaya başladı.

Kadın hastahane yatağında o odanın bir minibüs olmadığına doktoru ikna etmeye çalışıyordu. Adam ise başka bir hastahanede o odadaki kadının gerçek olmadığına doktoru ikna etmeye çalışıyordu. Kadın minibüs kazası olsa dahi minibüste sadece kendisinin olduğunu anlatıyor, adam ise minibüse binmediğine yemin ediyordu...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Bu Gece Dinlemek İstediklerim;

(Angel)
Hello you, little girl, I'm always by your side
Come close - close to me in this night
All the witches and elfs
I have seen by my self
... A long time ago
Some are good, some are bad
You don't have to feel sad
'Cos I'm always with you

(Dont look to the eyes of a stranger)
Don't know which way to run
You'd better hide yourself
He's getting closer now
You'd better improvise
Just hope you never reach
The point of no return
Could be the last time
You see the light of day
Don't look to the eyes of a stranger
Don't look through the eyes of a fool
Don't look to the eyes of a stranger
Somebody's watching when the night comes down

(Como estais amigos)
Inside the scream is silent
Inside it must remain
No victory and no vanquished
Only horror, only pain
No more tears, no more tears
If we live for a hundred years
Amigos no more tears

1'inci ve 3'üncü Saniye Arasında Düşünülebilenler...

- Motorsikletin duruyor mu hala?
- Durmuyor...
- Özlüyor musun?

sorusu ile ilk saniye...
....hafif rüzgar var, hafif hafif ağaçlı bir yolda gidiyorum, yavaş yavaş, tatlı virajlar var, kaskım yok, sıcak, motordan da sıcak yükseliyor ama umursamıyorum, rüzgar var, sabahın daha çok çok erken vakitleri, daha güneş doğmaya çalışıyor, sağ yanımda Bafa gölü var, duruyorum, bir sigara yakıyorum, ayaklarımı deponun üzerine doğru topluyorum, dirseğimi arka koltuğu dayıyorum, Bafa gölüne güneş doğuyor, sigaram ne lezzetli, ne kadar yorgunum aslında kilometrelerden sonra, ne kadar pisim aslında yolun tüm tozu toprağı üstümde, dizlerim bile sızlıyor, ama Bafa gölüne güneş doğuyor işte....

bir saniye daha geçiyor sonra...
....gözümün görebildiği en son noktada hafif bir viraj var, diye düşündüğüm anda virajı dönüyorum, hız... Motorun inanılmaz gürültüsü ve sanki şaseden çıkmak istercesine basınç yapması... olsun bir viraj daha...

....gecenin geç vakitleri balkonda oturuyorum, İstinye Bayırı'nda kimse yok, karşımdaki Emirgan Korusuna bakıyorum. Sessizliği delen bir uğultu yaklaşıyor uzaktan, racing tipi bir motor olduğu belli, vtes aralıklarına bakılırsa da 600cc'lik muhtemelen, biraz paslı sesi, yaklaşıyor, bir vites daha atıyor, ses yükseliyor ama bayırın bitmesine çok az var, vites düşürmesi lazım, evet vites düşürmeye başlıyor. gecenin o vakti ben kullanırmışım gibi tüylerim ürperiyor, uykum kaçıyor, yola çıkmak istiyorum.

bir saniye daha geçiyor...
....boğuluyordum, her yer dar geliyordu veya heryere geniş geliyordum, herşey üzerime doğru kapanıyordu veya ben içten dışa doğru patlamaya başlamıştım. Ama bir an sonra yavaş yavaş yola çıktıktan sonra, rüzgar yavaş yavaş üzerimden geçmeye başladıktan sonra, yavaş yavaş sürat arttıkça... Dünya genişliyor, ferahlıyor, duvarlar eksiliyor, beynim ruhum bedenime sığmaya başlıyor. Tatlı tatlı yayılan adrenalin, huzurla birleşiyor.

....

- Özlemezmiyim, çok hem de çok özlüyorum ama kendimden korkuyorum, süratten. Yaşlanıyorum sanırım.