25 Ekim 2007 Perşembe

Kediler... Penguenler...

"Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü,
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan burdan
Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum Korkunçtur Yakup!
Yakup'un olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
"
diyor ya Edip Cansever... Garip adam, garip kelimeler, garip diziliş... Ama usul usul sanki. Usul usul giydiriyor herşeye..

Bense "böyle düzenin de, sistemin de, oynayanın da, oynatanında.................." diye başlamak istiyorum. Öyle usul usul olmuyor. Suyu çıkmış dünyanın en tadı kaçmış hali iş hayatında. Özellikle uydurma entellektüel, paralı diplomalı, yarı zengin, tam zamanlı elit yaşam formatına sahip olan veya olmak için ruhuyla birlikte herşeyini satan "Plaza" çalışanları yaşam ortamında. Plaza koridorlarında, odalarında, açık ofislerinde, kapalı kulislerinde, e-mail kutularında, tuvaletlerde, kahve odalarında, sigara molalarında, öğlen yemeklerinde, toplantılarda, sunumlarda, ayak üstü, sırt üstü her türlü pozisyonda birbirlerini nasıl yok edecekleri üzerine, facebook'tan daha beter sarmal olmuş ilişki ve düzenlerin yönetildiği, kimin hangi ipin ucunu kaybettiğinin belli olmadığı, kaybolan ipin ucunun kimin neresine dokunduğunun izinin kaybedildiği, atılan okun, atanan ensesine saplanmak üzere 10 kulisten geçirilişi... Hızlı hızlı hareket eden, yanmış kediler gibi koşturan, her boşluktan her delikten dökülen, işten başka herşey için verimli zaman yönetimi ustaları... Kafalarında sürekli olarak çalışan bir derecelendirme programı, insaları segmentlere ayırarak hedef kitlesini belirleyen, sahneleyeceği oyuna, oyuncu seçimi yapan, senaryoyu yazıp, senaryo tohumlarını koridorlara eken, yemlenmesini istediği insanı tohumların koridorlarına çekmek için pre-kulis çalışmaları yapmayı akıl edebilen onlarca insan. Her delikten çıkan. Tırnakları tırmalamaya hazır, gülüşleri altında keskinleştirilmiş dişleri plaza kedileri. Bir de saflar var. Panik halde, tüm işin yükünü çekip, onlarca değirmen taşı arasından kendini sıyırtıp akşam servisine yüzünde gözünde herhangi muhtemelen biryerlerinde çizik olmadan günü geldiği gibi "temiz" tamamlamaya çalışanlar. Çok seviğim arkadaşıma "ne oldu" dediğimde, "kediler kaçtı biryerlerime, tırmalıyorlar" demişti. Sanırım bunu kastetmedi, işin çokluğundan bahsediyordu ama bunun ne farkı var ki. Gerçi tüm bu "plaza" yaşam formunun yaratıklarını kediye benzetmek de yazık, hem de benim asil kedim şu anda kucağımda yatıp, mırıl mırıl uyurken...

Penguenler mi ? Onlar sığınaklarında...

22 Ekim 2007 Pazartesi

Uyum Mekanizmaları...

Herşeyin içinde gizlenmiş, baskın veya bastırılmış, farkında olunması istenmiş veya reddedilmiş, inanılmaz güçlü, kabul edilemeyecek kadar inatçı, tahammül sınırlarını zorlayan, bazen de "yeter artık uyum falan istemiyorum" dedirtecek kadar yapışkan "Uyum Mekanizmaları" var, malesef... Ve örnek olarak insan varlığını alırsak kimi zaman şu noktaya bile gelebilir, imajinasyon yeteneği güçlü olan insalar için "tamam, bitti, uyum falan yok, tüm hücrelerimi örgütleyeceğim, içten yıkacağım bu mekanizmayı" kıvamına bile gelebilir. Ama faydasızdır.

Yaratılış kodlarında var sanırım, evrim teorisinin de temel taşlarından biri aslında. Gerçi günümüzde bu teorinin de tartışılması ve bazı yetersiz noktalarını ispatlamak için yeterli veri toplanmış durumda. Neyse bu ayrı konu... Hayvan alemindeki yaratıkların var olma savaşında bilinçli bir aksiyonları olmasa bile içgüdülerinin en büyük yandaşıdır bu uyum mekanizmaları, mevsime, şartlara, av yoğunluğuna, eş bulma imkanına, bulundukları doğanın şartlarında göre, tüm veriler sistemlerine yüklenir ve mekanizma uyumlandırma çalışmasına başlar... Kısa sürede de hayatta kalabilme seviyesine mekanizma upgrade edilir. Bitkiler bile bulundukları şartlara göre konumlanır. Uyumlandırma mekanizmasının gücüne göre ise zayıf uyumlanmış varlıklar, doğal seleksiyon ile "zayi" olarak sistem dışında kalır.

Insan varlığı da hiçbir zaman "ben olsam bu şartlarda kesinlikle yaşayamazdım", "böcekten ödüm kopuyor, ölecek kadar çok korkuyorum, hayatta dayanamam", "bu kadar üzüntüyü kaldıramam, sanırım öleceğim" gibi oldukça iddalı cümleler kurmaktan, dikkatle sakınmalıdır. Çünkü kuvvetle muhtemel, o andaki tuzu kuru konumunda yaptığı tüm varsayımları kendi çürütür. Ve bir bakar ki, yaşıyor, hatta zorlanmıyor bile.

Insandaki uyum mekanizması hem fiziksel hem de duygusal olarak birarada değerlendirildiğinde doğadaki tüm yaratıkların uyum mekanizmasından çok daha güçlüdür ve sınırları zor tahmin edilir boyutlarda olabilir. Tabii doğal seleksiyonun sonuçları da dolayısı ile diğer varlıklara göre sayısal olarak daha az ama etkisel olarak daha yoğundur.

Böcekten çok korkardım, evde böcek gördüğümde yaratığı odaya kilitler, kapının altına havlu sıkıştırır, kardeşimin eve gelip suçluyu bulmasını beklerdim. Sonra bir yağmur ormanında binbir çeşit böcekle 25 gün yaşamak zorunda kalınca, birinci haftadan sonra böceklerle koyun koyuna uyumaya başlamıştık. Uyum mekanizması harekete geçmiş, sistem için gerekli tüm verileri toplamış, bu durumun uyumlanmadan atlatılabilecek kadar kısa süre olmadığını görmüş ve aksiyon almaya başlamıştı. Önce böcekleri gördüğümde korkmamaya başlamıştım ama aramda mesafe olmasını istiyordum. Sonra yorgunluktan sürünecek hale geldiğimde, böceklerden korkmayarak ve umursamayarak altında binlercesinin dolaştığı yaprak yığınlarının üstüne oturmuştum. En son onlar ve ben aynı ortamın yaratığıydık ve birbirimizi rahatsız etmiyorduk. Süreç tamamlanmıştı.

Şu anda ise 16 günlük iznimden sonra, bugün işe döndüm. Huzura alışmış bünyem, sabahın köründe iş ile yüzleşince önce kafamın tepesine bir uyarı ağrısı gönderdi. Yapacak bir şey yoktu, dikkate almadım. Stress dozu artmaya başladıkça mideme de kramplar girmeye başladı. Bundan sonrası ise uyumlanma oldu, uyumlanmaya karşı örgütlediğim hücrelerim, mekanizmanın çalışmasını durduramadı, halbuki ben bir müddet daha tatil rehavetini yaşamak istiyordum. Akşam çıkarken, sanki izinden dönmemişim, hiç ara vermeden çalışıyormuşum gibi stress ve baskıya direnç kazanımı sürem tamamlanmıştı.

Tüm hücrelerimle işe döndüm! Bu kadar gevezeliğin tek sebebi bu !

20 Ekim 2007 Cumartesi

Freedom is Slavery !

Virgilius "Ignorance is Strength" dedi, ben "Freedom is Slavery" dedim. Oldukça peşpeşe, düşünmeden. Düşünüp düşünüp arasam, bir yerlerde "gönderme" amaçlı kullanacağım desem, kesinlikle aklıma gelmez ama kafamın taa derin biryerlerindeki kıvrımlardan çıkıverdi. Dedim ki kendi kendime, tamam burada kes, hatırlama neydi, nereden geldi, tamam unut, konuyu değiştir, kalk dolaş, bir dizi bul seyret.

Ama önce kitap satır satır aklıma geldi, ne zaman okuduğum, okuduğum sırada istatistik sınavım olduğu, aynı gece bir patiye katıldığım, sınavda Rsquare'in bir Avrupa şehrindeki havalı bir meydan ismi olabileceğini düşündüğüm, o sırada sersem çağrışımlar nedeniyle sınavın zamanını iyi kullanamadığım, V for Vendetta isimli film, filmdeki saçları kazınmış kızın ne kadar etkileyici olduğu, sokaklarda çalan müzik, o sokaklarda benim diye dolaşmamış olduğum, keşke tarihte herhangi bir yerde bir başkaldırıya liderlik etmiş olsaydım gibi bir sürü konu çorap söküğü olarak kucağıma döküldü.

Sadece bunlar dökülmekle kalmadı, özgürlük diye bir şey olmadığı -artık-, köleliğin özgürlüğün karşıt anlamı olmadığı, sadece sınırlandırılmamış dolaşım özgürlüğünün karşıtı olan hapis hali ile eşanlamlı olduğu, hatta "serbest" kelimesinin, Farsça "Serbeste" kelimesinden geldiği, "Serbeste" kelimesinin "başı bağlı" anlamına geldiği, bunun da Osmanlı'da kullanılan "kafa kağıdı"na tekabül ettiği, kafa kağıdı olanın "rahat dolaşım" izni olmasından da "serbestlik" kavramının kullanılageldiği, dünyadaki tüm kölelik örneklerinin, aslında çeşit çeşit "hapis"lik örnekleri olduğu, yeni dünya günümüz insanı için ise "özgürlük" diye bir şeyin kesinlikle söz konusu olmadığı, bu kelimenin değerli olduğu yüzyılları çoktan geçtiğimizi, şu andaki popüler, popcorn kültürünün bu kelimeyi kullanmasının sadece çok cool durması sebebiyle olduğu, para ile donumuza kadar bağlandığımız bu düzende, özgürlük kelimesinin yerinin olmadığını düşündüm.

Sonrasında ise en bağsız, bağcıksız, ipsiz, link'siz yaşayan kim var acaba kafamın arşivinde diye didiklemeye başladım. Bir reel örnek, bir teorik net bilgi buldum "arama sonuçları" olarak ve bunlardan yola çıkarak bir genellemeye vardım. (Bunu yazarken de şunu söylüyorum kendime, "tüm istatistik kurallarına aykırı bu yaptığın örneklem data çok az, dolayısı ile popülasyonu temsil etmez, genellemendeki doğruluk-güven payı oldukça düşük olabilir, ama bir yandan da karşı tez olarak da şu söylenebilir, bilinen popülasyondaki sayı düşük ise örneklem sayısının düşük olması normaldır, bilinmeyen varsayılan popülasyon ise reel olarak ölçümlenemeyeceğinden sayısal değer içermez. Buna cevap ise şu olabilir, örneklem ile bilinen popülasyon arasındaki mantık bağlantısı da tüm popülasyon ile çalışılamayacak olmasından dolayı örnekleme gidilmesidir, dolayısı ile bilinen popülasyon + varsayılan popülasyon diye bir formül uygulamak gerçekçi olmayabilir. O zaman örneklem yeterlidir. Genelleme yapılabilir)


Genelleme: Medeni yaşamın girmediği kabileler

Görmediğim ama yazılanlardan araştırdığım "teorik" olarak isimlendirildiğim (benim için teorik, çünkü görmedim, onlarla yaşamadım) Aborjin'ler

Gördüğüm, yaşadığım konuştuğum Orang Asli'ler.

Benim bildiğim, hayatımdaki bağlar ve bağlılıklar, aitlikler ve yersizlikler, uyumlandırılamayan tüm kavramlara karşı duran Orang Asli'ler. Ormanda, medeniyet ürünü hiçbirşeyin girmediği hayatlarında, ormandan aldıkları ve verdikleri ile yaşayan, katışıksız, eklemesiz, süslemesiz, uydurma yaratılmış kavramlar olmadan, modern dünya insanına yüklenen sanal, çıkarcı, yancı, yönlendirici, etiketleyici, sınıflandırıcı kavramlardan bağımsız, çıplak "yaşamak" eylemini gerçekleştiren, doğan, tüm insani duyguları içgüdüsel olarak yaşayan, avlanan, avlandığı kadar yiyen, yiyebileceği kadar avlanan, ormana uyumlu, suya uyumlu, havaya uyumlu, kıçı açık, ayağı çıplak, evlenen, doğuran, ölen, hayatı boyunca "toprağa" yani "Tanrı"sına saygı duyan zarar vermeyen insanlar. Dünya üzerinde, dünyaya parazit olarak yapışmamış, dünyanın, toprakananın kendi olan, ayırtedilemeyen insanlar. Tek bağlılıkları "toprak", "orman", "kabile".

Kabilelere dönebilir miyiz ? Biz bağlılıklarımızı, bağlarımızı seviyoruz. Dönemeyiz. Ama o zaman "Özgürlük" gibi birşeyden de söz etmemeliyiz. Gönüllü bağlılığımızın tadını çıkaralım, dünyaya yabancı olduğumuz halde tüm gücümüzle yapışmaya devam edelim, bizi üstünden silkeleyene kadar, modern hayatımızla eğlenelim. Yanlış değil. Bizim türümüzün yaşam ortamı bu. Beni kızdıran ne yaptığımızı bilmemek. Kavramları hop oraya hop buraya, çok havalı duruyor diye uçurmak. Uçurmayın.

19 Ekim 2007 Cuma

Bebek Çarkı... Beşik Alarmı

Bebek Çarkları diye birşey varmış. Taa 1198 yılında, devrin Papa'sı tarafından uygulamaya alınmış. Nehre atılan çok fazla yeni doğmuş bebek ölüsü ile karşılaşılmaya başlandığında, bunun üzüntüsüne dayanamayan Papa, tüm kadınlar manastırlarına buyurmuş bu sistemin kurulmasını ve halka duyurulmasını.

Ailesi tarafından çeşitli sebeplerle istenmeyen, bakılmayacak, gayri meşru olan veya yoksulluk sebebi ile ailenin geri kalanınında yaşanacak pay kaybı korkusundan dolayı "normalde" nehre atılarak veya farklı yollarla öldürülen yeni doğan bebeklerin manastırlara "kapalı" sistemde bırakılması üzerine kurulmuş uygulama.

Sanıyorum şu andaki döner kapıların bir başka şekli. İçerideki dışarıdakini, dışarıdaki içeridekini göremiyor. Manastırın dışında, bebek çarka konuluyor ve çark çevriliyor. Bebek hoop manastırın içinde. Rahibeler her sabah bu çarkları kontrol ediyor ve bebekleri sahipleniyor. (Bebeklerin vaftiz edilmeden bir birey olmadığını düşünen bir inanç sistemi için, Papa'nın tavrı hayli radikalmiş aslında)

2006 yılında da Italya bu uygulamayı, evlenmemiş annelere, yasadışı göçmenlere çözüm olarak, biraz daha modernleştirerek uygulamaya almış. Kiliselerin ve manastırların dışına, yalıtımlı soğuk almayan beşikler konulmuş. Biri bebeğini gelip buraya bıraktığında içeride bir yerde bir alarm çalıyormuş, rahibeler de en yakın hastaneyi arıyarak bebeğin sağlık durumunun kontrol edilmesini sağlayıp, bebeğe kalacak yer, aile vs sağlama işlerini organize ediyorlarmış.

Bir bebeğin her ne şartta ve sebeple olursa olsun bırakılmaması yönünde inatçı, keskin ve hatta hiçbir tartışma kabul etmez bir tavrım ve saplantım olsa bile, etrafımızda hergün duyduğumuz bebeğini torbaya koyup öldüren, apartman boşluğuna atan, tuvalete atan yaratıkların haberlerini duydukça, bu bebek çarkı veya beşik alarmı sisteminin hiç de fena olmadığını düşünmeden edemedim.

Yıllardır camiye bebek bırakma alışkanlığı olan bir millet niye camilere korunaklı, bebekleri bırakacak bir yer yapmamışlar acaba? Dinde yasak tasvip etmiyoruz desek, hepsinde yasak ama bebeği birey olarak bile kabul etmeyen bir inanış bunu yapmış işte.

Ve ben bunca lüzumsuz şey bilirim, hayatım ıvır zıvır bilgi topaklarından oluşur. Ama bunu yeni öğrendim. Ne güzel ! Çok uzun zamandır yeni bir şey öğrendim. (Bundan bile kendime bir pay çıkardım, yuh bana! )

17 Ekim 2007 Çarşamba

Karanlık Madde veya Antimadde

Seneler önce Quantum Fiziğine takmıştım. Uzun uzun çalışmıştım, büyüleyiciydi. Hala da çok severim. En saygı ile andığım takıntılarımdan biridir, özeldir yani...

Dünya üzerindeki hiç bir biliminsanı evrenin %25'ini oluşturduğu tahmin edilen "karanlık madde" denen bir görünmez öz olduğu varsayılan "şeyin" ne olduğunu bilmiyor. Ama çok yakında öğrenecekler veya daha doğrusu ispatlayacaklar, feci heyecan verici bir şey ve bir o kadar da korkutucu. Bu o kadar kısa zamanda oldu ki 10 sene önce bundan bahsedilemiyordu bile, çok kısıtlı imkanlarla, çok kısıtlı deneylerin yapıldığı basına yansıyordu sadece, biraz daha fazlası ise araştırmacılar tarafından biliniyordu. O kadar devasal ve iddalı bir proje ki, onbinlerce biliminsanı bunun için seferber olmuş durumda.

En basit anlatımıyla, maddenin başlangıcına gidecekler bu proje ile. 2008'de bitecekmiş. Bittiğinde Big Bang'i tekrarlayacaklar, 6 milyar EUR'luk bir yatırım. Cenevre'de yerin altında uzananan devasa bir oluşum. 27 kilometrelik bir tünel, tonlarca ağırlıkta dedektörler.

Maddeyi kuarklara kadar parçalayacaklar, bunları çarpıştıracaklar ve şu ana kadar bilinmeyen maddeyi oluşturan, ilk oluşturan bağları, enerjiyi bulacaklar. İlk oluşuma gidecekler. Big Bang sırasında ortaya çıkarak madde ile çarpışan antimaddeye ait kanıtlar bulmayı da hedefliyorlar ve maddeye kütlesini kazandırdığı düşünülen Higgs bozonlarını da ispatlamayı ve maddenin yerçekimi iletişim müdürü olduğu varsayılan Graviton bozonlarının da varlığını...

Bütün bunlar bir yana diğer çok merak ettiğim konu bu projeyi kimlerin, nasıl yönettiği. Ben de senelerdir, finans projeleri yürütüyorum. 1 milyon dolarlık proje bütçesine sahip bir iş bile, o proje bitene kadar beni uykusuz bırakmaya, huzursuz yaşamama yetiyor. Onlarca kontrol, simülasyon, plan, koordinasyon, tekrar kontrol, tekrar kontrol, zaman baskısı, bütçe sıkıntısı, başarısız olma ihtimali, alternatif planlar, kurtuluş ve paçayı yırtma planları. Çekilecek iş değil.

Hele bu çapta bir proje beni öldürür veya ben insanları öldürürüm. Valla inanılmazlar. Bu projenin ispatlarını, sonuçlarını bilim dünyasına armağan etsinler, Proje Yönetim tecrübelerini bana...

Bunu niye yaptım ki ?

Bu blog zımbırtısını niye açtım ki acaba ? İzindeyim, aylaklıkla geçirecek çok vaktim var, bundan sanırım. Bu yetmiyormuş gibi bir de facebook diye bir şeye de girdim. Arkadaş topluyorsun, önce gerçekten bir şeyler paylaşmışlığın olanları bulup arkadaş kolleksiyonuna ekliyorsun, sonra yetmiyor, bir iki kelam etmiş olduklarını da alıyorsun. Bir zaman sonra ise ismini bildiklerini bildiğin kişileri de ekleyerek çoğaltıyorsun arkadaş varlıklarını. Bir zaman sonra herkes birbirinin arkadaş portföyünü karşılaştırıyor, birbirinin portföyünden insan araklıyor.
Berbat bir sanal sarmal daha...
Neyse bu blog da eşit derecede anlamsız, ben zaten yazıyorum sağa sola senelerdir, bazı internet sitelerine - yolum düşürse- bazen ufak tefek kağıtlara, bazen düzenli düzenli arşivlediğim word dosyalarını, bazen bir defter edinip ilk üç beş sayfasına... Ne farkı var ki bu sayfanın... Ben yazayım, birileri de okusun, vay be ne güzel bir şey diyeyim diye desem, internet sitelerine daha önce de yazdım, dönüp bir daha bakmadım bile. Benim ki tamamen yaz kurtul kıvamında bir şey olsa gerek.
Hem zaten hayatımda "gerçek" olan kaç kişi var ki, bunlar da benim yazdıklarımı ben yazmadan tahmin eder zaten, onlar okusa ne olacak, okumadan biliyorlar herşeyi. Gerisi de yanılsamadan ibaret. Ben istediğim için, hayatımda çeşit olsun diye..
Dün Sevgi ile "gerçek" kişiler hakkında konuşmuştuk. Azlar, çok az...